18 Kasım 2011 Cuma

YALAN SÖYLETİLEN TARİH


YALANCI Şİİ RAVİLER VE BUNLARDAN FAYDALANAN İSLAM ALİMLERİ
Hz Peygamberimizden sonra, sahabe arasındaki ihtilaflar, Kerbela hadisesi gibi tarihi olaylar,  yüz sene sonra kaleme alınmıştır. Bu alanlarda kaynak yetersizliği olması nedeniyle Siyer ve İslam tarihçileri hadiseleri nakletmekte olaylara test etmeden çok esnek davranmışlar ve önlerine gelen her bilgiyi, senedin sıhhatine rivayetin yönünü dikkate almadan nakletmişlerdir. Hatta öyle ki, güvenilmez olduklarından hadis rivayetlerine itibar etmedikleri ravilerin, tarih rivayetlerine itibar etmek durumunda kalmışlardır. Söz konusu kişilerin tarihi rivayetlerine  yer vermezsek, eldeki bilgi az olur mantığı ile  ne yazık ki bu kişilerin tarihi rivayetlerine itimat etmek durumunda kalmışlardır. Bu ravilerin kimler olduğu ve  hangi sırada rivayet ettiği hususuna gelince; Sıffın savaşı ile ilgi en çok kaynak gösterilen kişi yalancı olduğu bilinen  Ebu Muhannef azılı bir şiidir.   Sahabe ile ilgili en çok rivayet eden sahabe düşmanı olarak bilinen etrafta yalancılığı ile nam salan Hişam bin Muhammed bin es Saib el Kelbi  yine azılı bir şiidir. [1]  Sahabe konusunu nakleden söz konusu  kişi ile ilgili İslam alimleri; Sahabeler hakkında nakledilen kötü şeyler ve onlara tân teşkil eden hakaretlerin çoğu yalandır. O tür nakillerin tamamı ya yalandır ya da tahrif edilmiştir. Onlara fazladan sözler katılarak ve bir kısım ifadeler de çıkartılarak yalanlar ve hakaretlere dönüşmüştür. Onları Ebu Mihnef Lût bin Yahya, Hişam bin Muhammed bin Said el-Kelbî gibimeşhur yalancılar rivayet etmişlerdir. El-Kelbî bu hususta insanların en yalancısıdır. Kendisi Şii’dir. Babasından o da Ebu Mihnef’ten rivayet eder. Oysa bunların ikisinin de muhaddisler tarafından hadisleri reddedilmiştir ve yalancıdırlar.”[2] Dolayısıyla bugün bütün İslam dünyasında bu konularla ilgili rivayetlerin büyük bir çoğunluğu bu kişilerden gelmedir. Bu rivayetler acılı tarihin Kerbelanın yaşanmasından yüz yıl sonra  yapılmıştır. HZ Hüseyin’i Kufe’ye davet edip davetlerinin arkasında durmayan ihanet şebekelerinin kerbela sonrası suçluluk duygularını bastırmak vicdanlarını rahatlatmak amacıyla duygusallığın en ileri aşaması kullanarak yaktıkları ağıtların, uydurulan destanların toparlanmasıdır. Bulundukları ortamda kendilerini güçlü kılacak, anlayışların öne çıkartıldığı, eformasyonun en zayıf dönemlerinde en küçük olayların bile çok kolay bir şekilde dezenforma edildiği bir ortamda, dilden dile anlatılan olayların, en az bir asır sonra, sun'i bir tarih kurgulama metodunun, Tarih Kitabına dönüşümüdür. Bütün olayların  merkezine Şiiliğin yerleştirildiği bir anlatım şeklini,  “Şii bakış açısından kaleme alınan bütün eserlerde görmek mümkündür. Öyle ki, özellikle Emeviler devrinde, neredeyse Haşimi muhalefet cephesinde tezahür eden oluşumun büyük bir kısmı sanki Şiilikmiş gibi gösterilmesi bunun açık örneğidir.   İşin en ilginç yönü de geçmişteki olaylarla Şiiliği irtibatlandırabilmek için uydurulan rivayetlerin, büyük bir kısmı, Şii olmayan tarihçilerin pek çoğu; o dönemlerdeki tarih anlayışı çerçevesinde bulabildikleri malzemeyi hiç araştırma yapmadan olduğu gibi hiç tereddüt duyulmaksızın kitaplarına almışlardır. İşte bu yüzden bugün şii olmayan İslam âleminde gerçek tarihi anlama konusunda zengin kaynakları bulunmamaktadır. Şunu da bilmek gerekir ki; Şii tarih kitaplarında bir birine taban tabana zıt olayları görmek mümkündür.” (Prof. Dr. Hasan Onat’ın eserlerinden faydalanılmıştır).
Bu rivayetlerinden  daha sonraları Mesudi ile Yakubi nin  yine aynı  konuları kaleme aldığı  Muruc-uz Zeheb  adlı tarih kitabıdır ki yine bu kişiler de  diğerleri gibi  asla güvenilmez, emin olmayan kişilerdir. Bunlardan gelen rivayetler zehirli bir ok gibidir.  Çok dikkat edilmesi gerekir. Yani bu rivayet;  Hz Peygamberin en yakınlarının dostlarının akrabalarının, hanımlarının ve arkadaşlarının bir anda düşmana dönüşümünü sağlayan metinlerdir. Yalan ve uydurma rivayetleri merkeze oturtanlar, bu mealde  yüz binlerce hadis uyduracak, Kuran’a tezat  olan  bu hadislerin gerçekliğini de,  yine Kuran’ı en iyi anlayan kişilere, kendilerine uygun bir metotla  teyit ettirme yoluna gitmişlerdir!.  Kuleyni’nin  El Kafi’sinde olduğu gibi!.. Bazı şii  âlimleri, Kuleyni’nin el-Kâfi’yi İmam Kâim (Mehdi aleyhisselam)’a arzettigi ve İmamın da bu eserin güzel olduğunu belirttiği ve << Sia’mız için kâfidir>>. Dediği inancındadırlar.[3] (Ravdatu’l Cennat sh.533)” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa XI.)  Yani, Kuley’ni, Şiilerce en itibar edilen hadis alimi olarak kabul edilir. Onun derlediği El Kafi’yi, güya kayıp olan yani çocukken bir mağaraya girip oradan kaybolan ve kıyamete yakın bir zamanda mehdi olarak geleceğine inanılan  (Kaim ) e bu kitap sunulmuş. O da bu kitabı okumuş,  onaylanmıştır.  Dolayısıyla hem Allah’ın, hem de Mehdi’nin onayından geçen bu kitap, nas  hükmünde  olacağından kimse tarafından sorgulanamayacaktır. Bu metotla içinde binlerce yalan ve iftiranın bulunduğu bir kitap masumlaştırılarak sorgulanamaz hale getirilmektedir.
Daha sonraları yukarda isimleri gecen yalancıların rivayetlerinden Taberi, Hafız İbn Asakir, İbn Kesir gibi tarihçiler de daha sonraları söz konusu yalancılardan rivayet toplama ve derleme yoluna gitmişler bunlardan da nakiller alarak,  maalesef ki eserlerine güvenilmez bazı hususları koymuşlardır. Güvenilir kişilerin güvenilmeyen kişilerden zayıf rivayetleri almasının açıklamasını Muinuddin el Hatib bakınız nasıl yapmış?
"Taberi ve onun gibi güvenilir âlimlerin zayıf rivayetleri zikretmedeki durumları bu zamandaki kadıların durumu gibidir. Şöyle ki, onlar bir meseleyi araştırmak istediklerinde, her şeyin kendi kıymetine göre değerlendirileceğine güvenerek bu mesele ile ilgili ellerine ulaşan, delil olabilecek bütün meseleleri bir kısmın zayıf ve değersiz olduklarını bilmelerine rağmen toplarlardı. İşte Taberi ve seleften büyük tarihçiler ilmin bazı meselelerini bazı noktalardan olsan bile kaçırma endişesi ile nakledenin durumunun zayıf olduğunu bildikleri halde nakletmeyi ihmal etmiyorlardı. Ancak, onlar her rivayeti senedi ile birlikte zikrederlerdi ki okuyucu haberin kuvvetliliğini ravilerin sağlamlığından, zayıflığını da ravinin güvenilir olmayıp zayıf olduğundan anlasın. Böylece, emaneti eda ettiklerine ve ellerine ulaşan her şeyi okuyucuların önlerine serdiklerine kanaat ediyorlardı." [4]   
Daha sonra gelen tarihçilerden Suyuti Tarihi Hulefa'sına, Ebul Fida El Muhtasar fi Ahbari'l Beşer adlı eserine, Abdulvahhab en Neccar "El Hulefa ur Raşidun'a ve Şiblenci "Nur'ul Ebsar'ına ve diğerleri başka eserlere sağlam çürük ayırt etmeden bir sürü bilgiyi boca etmişlerdir. Özellikle Nur'ul Ebsar uydurma söz ve hadiselerle doludur.
İbn Esir de aynı şekilde davranmış, sadece bilgileri toplamış ama süzgeçten geçirmemiştir.
İbn-i Kuteybe'nin yazdığı iddia edilen "El İmame ve's Siyase" adlı kitap da bunlardandır. Sahabelerin hiçbirisini bırakmamış ve bütün faziletlerini yıkmış olan bu eserin İbn Kuteybe gibi bir büyük dimağa ait olduğunu düşünmek çok güçtür. İbni kuteybenin bütün eserlerini inceleyenler, söz konusu kitabın İbni Kuteybeye ait olacağı konusuna en basit örneği ile şüphe ile yaklaşmaktadırlar. Büyük bir kısmı da şüphenin ötesinde kesinlikle ibni kuteybe dışında biri yada birileri tarafından tezgahlandığına inanılmaktadır. Çünük ibni kuteybe büyük bir isimdir.  Sahabenin kötülenmesi hususunun inandırıcı olmasını sağlamak için karalama kitabına onun adı verilmiştir.5  Mesela Kadı Ebubekir İbnül Arabî “El Avasım Minel Kavasım kitabında İbn-ül Hacer el Heytemi, Tathîr’ul Cenan’ında bu eseri şiddetle tenkid etmiş ve onun İbn-ül Kuteybe’ye ait olduğuna şüpheyle bakmışlardır. Muhibiddün el Hatip de bu kitabın kötü niyetli birileri tarafından İbnül Kuteybe’ye isnad edildiğini belirtmektedir. “Muhammed Salih Ekinci”

Hadis rivayetlerinde her hangi bir kaçağa izin vermemek için özelikle senetler konusunda gösterdikleri hassasiyetin bir kısmını bile,  tarih ravileri konusunda  gösteremeyen alimlerimiz, Tarih konusunda gerekli hassasiyeti gösterip önlerine gelen rivayetleri almamış olsalardı  bugün tarihi geçmiş daha açık ve net anlaşılacaktı. Dolayısıyla bugün tarihle ilgili yaşanan kaosun çoğu görülmeyecekti. Ayrıca, günümüz Müslümanlarının,  dinin kaynakların yorumunu kurgulanan  tarih perspektifinden yapanların oyununa gelmesi engellenmiş olacaktı.! 
Çok şükür ki, tarih kitaplarına yansıyan iftira ve yalanlar dinin asıl kaynaklarına dokunamamıştır. Çok şükür onlar hala dim dik ayakta.

“İmam Malik rahimehul-lah’a Râfızîler(ehlibeyt yanlısı görünüp islama ilavler yapan, ana mecradan uzaklaştırmaya çalışan ve  fitne cıkaranalar)  soruldu. Dedi ki: “Onlarla konuşma ve onlardan rivâyet etme! Zira onlar yalan söylerler.” Yine İmam Malik dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabına sövenlerin İslam’dan nasibi yoktur.




[1]  Hafız Abdullah Muhammed b. Osman- Ez-Zehebi, Muntaka adlı eseri Fasl-ul Hitap. Muhammed Salih Ekinci
[2] Minhacü’s-Sünne, C:3, S:39)
[3] (Ravdatu’l Cennat sh.533)” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa XI
[4] Muinuddin el Hatib
(5)  Kadı Ebubekir İbnül Arabî “El Avasım Minel Kavasım kitabı




Tarih Kurgulayan Şiacılar





ŞİİLERİN TARİH VE HADİS KURGULAMA ÖRNEKLERİ İLE ETKİLEME ALANLARI.
Hz Peygamberimizden sonra, sahabe arasındaki ihtilaflar, Kerbela hadisesi gibi tarihi olaylar,  yüz sene sonra kaleme alınmıştır. Bu alanlarda kaynak yetersizliği olması nedeniyle Siyer ve İslam tarihçileri hadiseleri nakletmekte olaylara test etmeden çok esnek davranmışlar ve önlerine gelen her bilgiyi, senedin sıhhatine rivayetin yönünü dikkate almadan nakletmişlerdir. Hatta öyle ki, güvenilmez olduklarından hadis rivayetlerine itibar etmedikleri ravilerin, tarih rivayetlerine itibar etmek durumunda kalmışlardır. Söz konusu kişilerin tarihi rivayetlerine  yer vermezsek, eldeki bilgi az olur mantığı ile  ne yazık ki bu kişilerin tarihi rivayetlerine itimat etmek durumunda kalmışlardır. Bu ravilerin kimler olduğu ve  hangi sırada rivayet ettiği hususuna gelince; Sıffın savaşı ile ilgi en çok kaynak gösterilen kişi yalancı olduğu bilinen  Ebu Muhannef azılı bir şiidir.   Sahabe ile ilgili en çok rivayet eden sahabe düşmanı olarak bilinen etrafta yalancılığı ile nam salan Hişam bin Muhammed bin es Saib el Kelbi  yine azılı bir şiidir. Dolayısıyla bugün bütün İslam dünyasında bu konularla ilgili rivayetlerin büyük bir çoğunluğu bu kişilerden gelmedir. Bu rivayetler acılı tarihin Kerbelanın yaşanmasından yüz yıl sonra  yapılmıştır. HZ Hüseyin’i Kufe’ye davet edip davetlerinin arkasında durmayan ihanet şebekelerinin kerbela sonrası suçluluk duygularını bastırmak vicdanlarını rahatlatmak amacıyla duygusallığın en ileri aşaması kullanarak yaktıkları ağıtların, uydurulan destanların toparlanmasıdır. Bulundukları ortamda kendilerini güçlü kılacak, anlayışların öne çıkartıldığı, eformasyonun en zayıf dönemlerinde en küçük olayların bile çok kolay bir şekilde dezenforma edildiği bir ortamda, dilden dile anlatılan olayların, en az bir asır sonra, sun'i bir tarih kurgulama metodunun, Tarih Kitabına dönüşümüdür. Bütün olayların  merkezine Şiiliğin yerleştirildiği bir anlatım şeklini,  “Şii bakış açısından kaleme alınan bütün eserlerde görmek mümkündür. Öyle ki, özellikle Emeviler devrinde, neredeyse Haşimi muhalefet cephesinde tezahür eden oluşumun büyük bir kısmı sanki Şiilikmiş gibi gösterilmesi bunun açık örneğidir.   İşin en ilginç yönü de geçmişteki olaylarla Şiiliği irtibatlandırabilmek için uydurulan rivayetlerin, büyük bir kısmı, Şii olmayan tarihçilerin pek çoğu; o dönemlerdeki tarih anlayışı çerçevesinde bulabildikleri malzemeyi hiç araştırma yapmadan olduğu gibi hiç tereddüt duyulmaksızın benimsenmiş ve kitaplarına almışlardır. İşte bu yüzden bugün şii olmayan İslam âleminde gerçek tarihi anlama konusunda zengin kaynakları bulunmamaktadır. Şunu da bilmek gerekir ki; Şii tarih kitaplarında bir birine taban tabana zıt olayları görmek mümkündür.” (Prof. Dr. Hasan Onat’ın eserlerinden faydalanılmıştır).
Bu rivayetlerinden  daha sonraları Mesudi ile Yakubi nin  yine aynı  konuları kaleme aldığı  Mürucu'z Zeheb adlı tarih kitabıdır ki yine bu kişiler de  diğerleri gibi  asla güvenilmez, emin olmayan kişilerdir. Bunlardan gelen rivayetler zehirli bir ok gibidir.  Çok dikkat edilmesi gerekir. Yani bu rivayet;  Hz Peygamberin en yakınlarının dostlarının akrabalarının, hanımlarının ve arkadaşlarının bir anda düşmana dönüşümünü sağlayan metinlerdir. Yalan ve uydurma rivayetleri merkeze oturtanlar, bu mealde  yüz binlerce hadis uyduracak, Kuran’a tezat  olan  bu hadislerin gerçekliğini de,  yine Kuran’ı en iyi anlayan kişilere, kendilerine uygun bir metotla  teyit ettirmişlerdir!.  Kuleyni’nin  El Kafi’sinde olduğu gibi!.. Bazı şii  âlimleri, Kuleyni’nin el-Kâfi’yi İmam Kâim (Mehdi aleyhisselam)’a arzettigi ve İmamın da bu eserin güzel olduğunu belirttiği ve << Sia’mız için kâfidir>>. Dediği inancındadırlar. (Ravdatu’l Cennat sh.533)” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa XI.)  Yani, Kuley’ni, Şiilerce en itibar edilen hadis alimi olarak kabul edilir. Onun derlediği El Kafi’yi, güya kayıp olan yani çocukken bir mağaraya girip oradan kaybolan ve kıyamete yakın bir zamanda mehdi olarak geleceğine inanılan  (Kaim ) e bu kitap sunulmuş. O da bu kitabı okumuş,  onaylanmıştır.  Dolayısıyla hem Allah’ın, hem de Mehdi’nin onayından geçen bu kitap, nas  hükmünde  olacağından kimse tarafından sorgulanamayacaktır. Bu metotla içinde binlerce yalan ve iftiranın bulunduğu bir kitap sorgulanamaz hale getirilmektedir.
Daha sonraları yukarda isimleri gecen yalancıların rivayetlerinden Taberi, Hafız İbn Asakir, İbn Kesir gibi tarihçiler bu hadiselerde rivayet toplama ve derleme yoluna giderek bunlardan da nakiller almışlar ve maalesef eserlerine güvenilmez bazı hususları koymuşlardır. Güvenilir kişilerin güvenilmeyen kişilerden zayıf rivayetleri almasının açıklamasını Muinuddin el Hatib bakınız nasıl yapmış?
"Taberi ve onun gibi güvenilir âlimlerin zayıf rivayetleri zikretmedeki durumları bu zamandaki kadıların durumu gibidir. Şöyle ki, onlar bir meseleyi araştırmak istediklerinde, her şeyin kendi kıymetine göre değerlendirileceğine güvenerek bu mesele ile ilgili ellerine ulaşan, delil olabilecek bütün meseleleri bir kısmın zayıf ve değersiz olduklarını bilmelerine rağmen toplarlardı. İşte Taberi ve seleften büyük tarihçiler ilmin bazı meselelerini bazı noktalardan olsan bile kaçırma endişesi ile nakledenin durumunun zayıf olduğunu bildikleri halde nakletmeyi ihmal etmiyorlardı. Ancak, onlar her rivayeti senedi ile birlikte zikrederlerdi ki okuyucu haberin kuvvetliliğini ravilerin sağlamlığından, zayıflığını da ravinin güvenilir olmayıp zayıf olduğundan anlasın. Böylece, emaneti eda ettiklerine ve ellerine ulaşan her şeyi okuyucuların önlerine serdiklerine kanaat ediyorlardı."    
Daha sonra gelen tarihçilerden Suyuti Tarihi Hulefa'sına, Ebul Fida El Muhtasar fi Ahbari'l Beşer adlı eserine, Abdulvahhab en Neccar "El Hulefa ur Raşidun'a ve Şiblenci "Nur'ul Ebsar'ına ve diğerleri başka eserlere sağlam çürük ayırt etmeden bir sürü bilgiyi boca etmişlerdir. Özellikle Nur'ul Ebsar uydurma söz ve hadiselerle doludur.
İbn Esir de aynı şekilde davranmış, sadece bilgileri toplamış ama süzgeçten geçirmemiştir.
İbn-i Kuteybe'nin yazdığı iddia edilen "El İmame ve's Siyase" adlı kitap da bunlardandır. Sahabelerin hiçbirisini bırakmamış ve bütün faziletlerini yıkmış olan bu eserin İbn Kuteybe gibi bir büyük dimağa ait olduğunu düşünmek de güçtür. Kadı Ebubekir İbnül Arabî “El Avasım Minel Kavasım kitabında İbn-ül Hacer el Heytemi, Tathîr’ul Cenan’ında bu eseri şiddetle tenkid etmiş ve onun İbn-ül Kuteybe’ye ait olduğuna şüpheyle bakmışlardır. Muhibiddün el Hatip de bu kitabın kötü niyetli birileri tarafından İbnül Kuteybe’ye isnad edildiğini belirtmektedir. “Muhammed Salih Ekinci”

Hadis rivayetlerinde her hangi bir kaçağa izin vermemek için özelikle senetler konusunda gösterdikleri hassasiyetin bir kısmını bile,  tarih ravileri konusunda  gösteremeyen alimlerimiz, Tarih konusunda önlerine gelen rivayetleri almaktan imtina etmemiş olsalar Tarihe gerekli hassasiyeti gösterebilselerdi bugün tarihi geçmiş daha açık ve net anlaşılacaktı. Dolayısıyla bugün tarihle ilgili yaşanan kaosun çoğu görülmeyecekti. Ayrıca, günümüz Müslümanlarının,  dinin kaynakların yorumunu kurgulanan  tarih perspektifinden yapanların oyununa gelmesi engellenmiş olacaktı.! 
Çok şükür ki dinin asıl kaynakları hala dim dik ayakta.




ŞİİLERİN DELİL SAYDIKLARI ESERLERİN ASLI KİMİN?



İSLAM DÜŞMANLARINCA ÜRETİLEN BELGELERE KARŞIN HİÇ AKIL YÜRÜTÜLMEZ Mİ?

Günümüzde Hz Peygamberimizin aleyhine İslam düşmanlarınca çok çeşitli yalan, iftira ve karikatürler üretilmektedir. Bugün ya da üç beş asır sonra bu karikatürleri, uydurulan yalanlara ulaşan, okuyan birilerinin, bunları tarihi bir belge olarak kabul etmesi, ya da birilerinin onu delil diye ortaya sürülmesi vicdani mi dir? Bunları insanların  gözüne gözüne delil diye sunmaya kalkışanların iyi niyetine inanılır mı? Elbette ki hayır.  Bunu ileri süren düşüncede zaten iyi niyet ve vicdan aranmaz da,  kendini hakikati arayan biri olarak tanımlayanların da bu tür sahtekârlıklara dört elle sarılması bir o kadar akli ve vicdanı değildir. Hakiki vicdan sahibi bir insan bu tür iddialar karşısında ya bunu doğrudan reddetmeli ya da meseleyi bütün yönleriyle iyice tetkik etmelidir. İftiranın uçunda Hz Peygamber var diye değil, kim olursa olsun aynı duyarlılığın gösterilmesi gerekmez mi? Pey iki bu tetkiki nasıl yapmalıdır?

Önce iftira atılan şahsın ya da sahışların hayatlarını incelediğinde; Hayatlarının en güçlü ve vahşi dönemlerinde,  nefislerinin arzu ettiği bir ortamı gönlünün istediği gibi yaşarken, konjöktör olarak kabul edilmesi kolay olmayan bir inancı, bütün tehlikelere gögüs gererek kabul edip, onun için evinden ocağından coluğundan çocuğundan vaz gecen, yurtlarından yuvasından kovulan, savaşlarda ölümle burun buruna gelen, detaya inildiğinde inançları için cektikleri sıkıntıların ifadesi ansiklobeliler dolduracak büyüklüğü kapsayan bir yapıya, bu kazanımlarının bir anda yok edilmesini sağlayacak türdeyse iddilar, o zaman bir duraklanmalı bu işin için bir gayrimeşruluk olduğundan şüphelenilmelidir. Bu iddiaların üstüne hemen hoplanmamalı, zaten ben bunu arıyordum denmemelidir. Çünkü elindeki bulgular büyük bir ihtimalle tamamen iftira olabilir. Bunlarla ilgili bilgilerde çelişkiler varsa,  işin içinde bir tuzak olduğunu anlayıp araştırmasını biraz derinleştirilmesi gerekmez mi?

Derinleştirmenin detayında şu da görülebilir
 Bunun devamını anlamak için incelemeyi derinleştirdiğinde aynı hayatların güzel alışkanlıklarını sürdürdüğünü örnekleriyle anlatan belgelerin yanında çok farklı, mevzi insani özellikler sonucu meydana gelen hataları da görür. Ayrıca bu hataların abartılarak iftira ve yalana dönüştürüldüğü bir sürü sahtekarlıkların belirli bir ajitasyon içinde manipüle edilerek verildiğini de görür. Gittikçe bir birinden çok farklı algılamaları çağrıştıran metinlerin olduğunu da fark eder. Eder etmesine de durum şaşırtıcıdır. Şimdi bunlardan hangisine inanmalıdır.? Herhalde aklını kullanması gerekir değil mi?
Meselenin bütününü göz önüne alarak bir irdeleyelim.  Her şey yolunda giderken, nefislerinin istediği gibi bir ortamda, ayrıcalıklı, yöneten ve belirleyen bir güç sahibi iken, akılda olmayan birinin getirdiği ve beraberinde zorlukları meşakkati, tehlikeyi, ölümü, ailesinden ocağından uzak kalmayı, malını mülkünü çocuklarını kaybetmeyi, getirecek bir dini benimseyerek, bütün bu sıkıntılara uzun bir süre katlanan ve İslam lezzetini tadanların, kabul ettiği değerlerin kendileri için tehdit olmadığı bir zamanda, Bu değer biçilmez sermayeyi, üstelik ömürlerinin son demlerinde, hem de kazanımlarının kendilerine yarar sağlamaya çok az bir zaman kalmışken, bir çırpıda harcadıklarını ifade eden bu metinlere inanmak aklın karımıdır?.

—Bunu, siz olsanız yapar mıydınız? Yok, yapmaz dınız.

—Peki, siz Hz Peygamberi gördünüz mü? Hayır.

—Görseniz bu davaya sarılmanız nasıl olurdu? Daha fazla.

Pekiyi inancı için destanlar yaratan bir neslin üstünü üç beş yalancının iftiracının, provekatifcinin cümleleriyle nasıl silebiliyorsunuz? Üstelik bunu Allah için yaptığını sanıyorsun!

Hemen size diyecekler ki, söz konusu kişilerle ilgili bilgiler birkaç koldan bize gelmektedir. Bu sözleri de irdeleyin. Çünkü büyük bir ihtimalle yine yalan söylüyorlar. Biraz akıl tutulmasından kurtulup düşünsek, diyelim ki iddialarda yer alan olumsuzlukları  üç beş kişi yaptı. Ama binlerce kişi için bu iftiralar atılıyor.  Kendiniz için kabul edemediğiniz basit bir olumsuzluğu, binlerce kişiye nasıl yakıştırıyoruz? Onlar o kadar aptaldı da,  islamı neden kabul ettiler. Kabul edenlerin hepsi fakir fukara, köle değil di ki. …

Tarih okumalarının düz bir metin gibi algılanmaması gerekir. Sağlıklı sonuca gitmek için lehte ve aleyhte olanlar ne varsa okunmalı ve sınıflandırılmalıdır. Sonra

geliştirilen bu söylemlerin ne zaman dile getirildiği, Söylemlerin planlı bir şekilde mi yoksa gelişigüzel plansız bir şekilde mi yazıldığı,  söylemlerde  birlik ve bütünlüğün olup olmadığına, kurgulanmış tarihlerin yazılımında mı, yoksa farklı söylemleri içinde barındıran  tarihin mi daha gerçekçi olabileceğini düşünülmelidir.. Yine bu söylemlerde tezatlar var mı ona bakıp bir sonuca varmaya çalışılmalıdır bence..
Bu konuda görülen her kaynağa, yada önünüze konulan kaynağın ismi geçen şahşa ait olduğu konusuna bile hemen inanmak  doğru değildir. Mesela İbni Kuteybe için ehlisünnet bir âlim denilmektedir. Bilinen altmıştan fazla eseri bulunmaktadır. Hatta eserlerinin bunun çok ötesinde olduğunu söyleyenlerde var.Dün ve bugün Hz Peygamberimiz hakkında milyonlarca yalan ve iftira düzmeceleri olduğu gibi, başka sevilen insanlarla ilgili de aynı benzer yalan ve iftiralar üretilmiştir, üretilmektedir.  Hatta öyle ki, iftira atılan insanları seviyor görünen ve onların safında görünen kimselerin eserlerine bile kendi görüşlerinin tam tersi metinlere rastlayabiliyorsunuz. Bu tezadın araştırılması neticesinde de söz konusu kişilerin eserlerine sonradan ilaveler yapıldığını, ya da sözü edilen eserin ona ait olmayıp başkaları tarafından onun adına çıkartıldığını fark ediyorsunuz. Bu sonucu da herkesin bilmesinin imkânı yok. Çünkü insanlar elinin altındaki bilgilere inanıyor. Bu tür haberleri de kullananlar iyi kullanıyor. Hak ve hakikati araştırmak da her zaman kolay olmuyor. Meşakkatli bir iş. İlk etapta insan farklı bir şey olabileceğini düşünemeyebiliyor. Mesela  Şiiler her zamanki görüşleri olan, Hz Ömer’in, Hz Ali ve Hz Fatıma’ya karşı tutum ve davranışlarını dile getirdikten sonra, Ehli sünnet yazarlarından İbni Kuteybe’nin el-İmame ve’s-Siyase kitabında da bu görüşler mevcut olduğunu söyleyerek adı geçen kitabı, ehlisünnet dünyasına Hz Ömer aleyhine delil olarak kullanırlar. Oysa İbni Kuteybiye’nin 60 dan fazla eseri bulunmaktadır. Bütün bunları incelendiğinde Onun adı ile zikredilen kitapdaki görüşlerini teyit eden bir anlayış ve görüş içinde olmadığını görürsünüz. El-İmame ve’s-Siyase Hz. Peygamberimizin vefatından sonra özellikle hilafet çevresinde cereyan eden hadiseler, sözler ve karşılıklı konuşmalar ile Hz. Ali-Muaviye mücadelesi ve daha sonrasında gelişen olaylar, Emevi halifeleri dönemindeki fetihler ve özellikle de Endülüs fetihleri üzerinde durulmaktadır. Eserin ibn Kuteybe’ye aidiyeti konusunda şüphelerin yanında eserde zikredilen rivayetlerin sıhhati konusundaki endişeler nedeniyle kaynak olarak kullanılmasının doğru olmayacağı ve o rivayetlere bağlı olarak yapılacak yorumların doğruyu yansıtmayacağı ifade edilmektedir.[1]
Söz konusu kitabın İbn Kuteybe’ye ait olmadığını ilk iddia eden İspanyol müsteşrik Pascual Gayangos olmuştur. Ondan sonra Reinhart Dozy bu iddiaları savunmuş,  Michael Jan de Goeje ise bu düşüceleri desteklemiştir. Daha sonra Brockelmann, İslam Ansiklopedisinde yazdığı “İbn Kuteybe” maddesinde konuya işaret etmiştir.[2] Gayangos’un bu konuda ileri sürdüğü delerli şu şekilde sıralamak mümkündür.
1-İbni Kuteybe’nin hayatı ve eserleri hakkında bilgi veren hiçbir eser Onun böyle bir eserinden bahsetmemektedir.
2- Bu eserin müellifi Dımeşk’te mukimdir. Ancak İbn Kuteybe, Dinever dışında Bağdat tan dışarı çıkmamıştır.
3-Eserde ibn Ebi Leyla’dan nakiller vardır, hâlbuki bu şahıs inb Kutebe’ doğmadan 65 yıl önce (H.148)Kufe’de kadılık yapmıştır.
4- Müellif Endülüs Fethine şahit olan bir kadından nakiller yapmaktadır. Hâlbuki bu fetih ibn Kuteybe’nin doğumundan 120 yıl önce gerçekleşmiştir.
5- Yine müellif Musa b. Nusayr’ın Merakeş’i fethinden bahsetmektedir. Hâlbuki bu şehir Murabitün Sultanı Yusuf b. Tafşin tarafından H.455’de tesis edilmiştir. İbn Kuteybe ise H.276 yılında vefat etmiştir.[3] Geniş bilgi için said Salih,33 vd; Şakir Mustafa 1/241,242’ye bakınız.
Sonuç itibariyle söz konusu kitabın İbn Kuteybe’ye sonradan nispet edilen eser olarak görülmektedir.
Bu kadar din ve mezhep çatışmalarını yaşandığı tarihte, kendi inancına delil yaratma adına bu tür karınlık oyunların oynanmadığını düşünmek fazla saflık olmaz mı? Hele ki din için yalanı mubah olarak gören bir anlayış için!..

NEDEN İBN KUTEYBE?
Malum şu soru sorulacak, birçok sünni yazarların içinde ‘‘Neden İbn Kuteybe?’’ye atfedilmesi, burada hayali yazar kendi yazısı için İbn Kuteybe’yi seçmesinin iyi bir sebebi olsa gerek.
It is inevitable that the question will be asked, “Why Ibn Qutaybah?” With any number of Sunni authors to ascribe this book to, the ghost writer must have had good reason for his selection of Ibn Qutaybah as the author his work.
Cevap, ben İbn Kuteybe’nin ortalamasının bu arzu edilen role en çok uygun olanı olduğu kanaatindeyim. Ne Buhari gibi evrensel bir şekilde meşhur olmuş bir muhaddis, ne de İbn Cerir at-Taberi gibi meşhur bir tarihçi değil, buna rağmen İbn Habib’(den aşırıldığı) gibi de tamamı ile sıradan birisi de değil.
Kitabı, hayatları ve çalışmaları geniş ölçüde bilinen meşhur bir kişiye atfetmek, kolayca yakalanma dezavantajını taşır. Ancak hiç tanınmayan bir yazara da yatırım yapmak kabul edilebilirlik şansını tahrip eder. En ideal çözüm, yeterli güvenilirliği sağlayacak kadar meşhur, ancak sahtekârlığın da kolayca tespit edilmesinde kaçınmak için de yeterince gözlerden uzak olan orta halli bir kişiliğe bu çalışmayı yüklemektir.
Ve bu rol için seçilen kişi İbn Kuteybe’dir.

El-İmame ves-Siyase’nin İBN KUTEYBE’ye ATFEDİLMESİ HAKKINDA


El-İmame ves-Siyase’nin
 İBN KUTEYBE’ye
ATFEDİLMESİ HAKKINDA
 El-İmame ves-Siyase adlı kitap çok yaygın olarak, özellikle bu kitaptan Hz. ‘Ali’nin, Hz. Ebu Bekr’e biat etmesi için evinden zorla sürüklenerek getirilmesi iddiasını ispatlamak için alıntı yapan Şii polemikçikler tarafından Ebu Muhammed ‘Abdullah ibn Müslim ibn Kuteybe ed-Dineveri’ye (213h―276h) atfedilir.

Ancak, kitabın İbn Kuteybe’ye atfedilmesi şüphesi, en erken olarak 1322h den beri vardır.
 Bu şüpheler, gerek müslüman alimler gerek oryantalistler olsun her iki taraftan da paylaşıldı ve diğerlerinin arasına kaydedildi; Muhammed Muhy ed-Din ‘Abd el-Hamid, İbn Kuteybe’nin Adab el-Katib (s. 9) mukaddimesinde, Hayr ed-Din ez-Zerikli in el-A‘lam (cilt 4, sayfa 137) ve Carl Brockelmann’in Geschichte der Arabischen Litteratur (c. 2 s. 230 Arapça tercümesi).

    Bu makale, kitabın İbn Kuteybe tarafından yazıldığı iftirasının atılması için bazı nedenlerini ortaya koyar.
―o―o―o―
 Bu atıf hakkında sayılı tartışma zeminleri vardır. Birazdan bunlardan döt tanesi ele alınacaktır.
Sırasıyla:
 Biyografi yazarları tarafından verilen İbn Kuteybe’nin eserleri listesi
1.                    Kitabın yazarı tarafından isimlendirilen Şuyuh(Şeyhler)
2.                   Diğer çalışmaların intihali
3.                   İbn Kuteybe’nin nasbı (nasb kelimesinin ıstılahtaki manası: Hz. ‘Ali karşıtı olma)
 1. İBN KUTEYBE’NİN ESERLERİ LİSTESİ
 Bir yazara atfedilen herhangi bir eseri doğrulama yöntemlerinin en basiti, asıl olan bu eserin başlığı, yazara biyografi yazarları tarafından atfedilir. İbn Kuteybe meselesinde, biz çeşitli asırlara yayılan biyografik bilgi kaynaklarına ulaşıyoruz.
 İbn en-Nedim’den (vefatı 385h) Fihristi ile başlayıp, İbn Hallikan’ın (vefatı 681h) Vefeyat el-A‘yanı, Az-Zehebi’nin (vefatı 748h) Siyer A‘lam en-Nubela, İbn Hacer’in (vefatı 852h) Lisan el-Mizan, İbn el-‘İmad’ın (vefatı 1032h) Şezarat ez-Zeheb, Hacı Halife (vefatı 1067h)  Keşf ez-Zunun, İsma‘il Paşa el-Bağdadi (vefatı 1337h) hediyyetü’l ‘arifine kadar inceleyelim.
Kendilerinin konuyla ilgili listeleri aşağıda verilmiştir:
 İbn en-Nedim
 İbn en-Nedim’in Fihristinde (s.85-86) listelenen İbn Kuteybe’nin eserleri şaşırtıcı bir şekilde 46 ya kadar ulaşır. Bunlardan ikisi, herbiri kendi içinde on kitap ihtiva eder. Ancak, el-İmame ves-Siyase bu listede görünmüyor.
 El-İmame ves-Siyase başlıklı kitabın kapsamlı bir listede bulunmaması çok dikkat çekici olarak görülmesi gerekir. İbn en-Nedim’in kendisi şii olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu veri, üzerine dikkat çekilmeye daha layıktır. (Bkz, örneğin, Ayetullah Şihab ed-Din el-Mar‘aşi en-Necefi’nin Keşf ez-Zununa önsözü)
 İbn Hallikan
İbn Hallikan, Vefeyat el-A‘yan (c. 2 s. 20) da, İbn Kuteybe’nin 14 eserinin listesini veriyor ve yine el-İmame ves-Siyase bariz bir şekilde burada da yok.
Ez-Zehebi
Ez-Zehebi’nin Siyer ‘A‘lam en-Nubela (c. 13 s. 299) adlı kitabında İbn Kuteybe’nin 28 eseri listelenmiştir. El-İmame ves-Siyase bu listede de yer almıyor.
 İbn Hacer
 Lisan el-Mizan’da (c. 4 s. 159, Beirut/c. 2 s. 114, Hyderabad) İbn Hacer, İbn Kuteybe’nin 7 adet kısa bir listesini veriyor. Burada da el-İmame ves-Siyase zikredilmemiş.
 İbn el-‘İmad
 İbn el-‘İmad’ın Şezarat ez-Zehebdeki (c. 3 s. 318) listeside el-İmame ves-Siyase başlıklı bir eseri içermiyor.
 Hacı Halife
 Hacı Halife, Keşf ez-Zunun da 20 değişik yerde İbn Kuteybe tarafından yapılan çalışmaları listelemiş. Bu 20 değişik yerden hiçbirinde el-İmame ves-Siyase’ye rastlamak mümkün değil.
 İsma‘il el-Bağdadi
İsma‘il Paşa el-Bağdadi de İbn Kuteybe tarafından yazılan el-İmame ves-Siyase adlı bir esere referans vermeyi başaramıyor.
 Adı geçen kitabın, İbn Kuteybe hakkında farklı biyografi yazarları tarafından verilen listelerde tamamı ile yer almayışından dolayı, eserin gerçekten İbn Kuteybe tarafından yazıldığı iddiası büyük bir darbe olarak  görülmesi gerekir. Bu iddia bir de gelecek faktörlerle birleştiğinde, bu iddiayı reddetmeye zorlayıcı bir tartışma şeklini alır.
 2. YAZARIN ŞEYHLERİ
 Kitabın ilk bölümünde – Ebu Bekr ve Ömer’in faziletlerini ele alan paragraflar, Hz.Ebu Bekr’e bey‘ata yönlendiren ve bunun hemen ardında maydana gelen olaylar – kitabın yazarı başlıca kendi haber kaynaklardan alıntı yaparak, birçok ricalleri kişisel etkileşim olduğu için rivayet terimleri kıymeti gereğince kullanarak birçok senedler üretiyor.
Bu ricaller:
 1. İbn Ebi Meryem
2. İbn ‘Ufeyr
3. Yahya ibn ‘Abd el-Hamid
4. İbn Ebi Şeybe
5. El-Velid ibn Müslim
İbn Ebi Meryem, Sa‘id ibn al-Hakam ibn Ebi Meryem olarak bilinir. Mısır’da yaşadı. (Vefatı 224h). El-İmame ves-Siyase’nin yazarı “haddesena İbn Ebi Meryem”. (s. 1, 2, 27) terimini kullanaraktan alıntı yapıyor. Hadis terminolojisinde (ıstılahında) haddesena terimi iki kişi arasında birebir görüşmeleri olduğunu ifade eder. Öyle ki yazarın kendisi haberi bizzat kaynaktan işitmiş olduğunu belirtir.
 İbn ‘Ufeyr, Sa‘id ibn Kesir ibn ‘Ufeyr’dir. Bu ravide Mısırlıdır. (Vefatı 226h İbn Ebi Meryem’den iki yıl sonra ). Yazar aynı şekilde ondan da haddesena. (s. 2, 4, 27) terimini kullanarak alıntı yapıyor.
Yahya ibn ‘Abd el-Hamid el-Himmani adlı ravi Küfe’lidir. İbn ‘Ufeyr’den 2 yıl sonra 228h vefat etmiştir. El-İmame ves-Siyase’nin yazarı ondan haddesena terimini kullanarak alıntı yapıyor (s. 1).
Yine ibn Ebi Şeybe’yi  aynı haddesena terimini kullanarak direk kaynağında isimlendiriyor (s. 2). Bu isim 235(h)’de vefat eden Küfe’li ravi Ebu Bekr İbn Ebi Şeybe için kullanılabileceği gibi 4 yıl sonra 239(h)’de vefat eden kardeşi Osman için de kullanılabilir.
El-Velid bin Müslim de el-İmame ves-Siyase’nin yazarı tarafından haddesena terimi kullanılarak alıntı yapılıyor (s. 2). Bu Dimaşka(Şam)’lı ravi 195h de vefat etmiş.
Kitabın yazarının olduğu gibi kendi kaynakları tarafından isimlendirilen şahıslar, kitabında geçen rivayetlerin bizzat kendisi tarafından işitilmiş olarak zikredilmesi, İbn Kuteybe’nin kitabın yazarı olması iddiasını aşağıdaki gerekçelerle reddetmek zorunda bırakıyor:
İbn Kuteybe 213h’ de doğdu. Yahya ibn ‘Abd el-Hamid 228h’de vefat ettğinde İbn Kuteybe 15 yaşındaydı. İbn ‘Ufeyr 226h’de vefat ettiğinde ise İbn Kuteybe 13 yaşındaydı. İbn Ebi Meryem 224h’de vefat ettiğinde ise 11 yaşında bir çocuk idi. Şayet bütün bunlar halen şüpheleri gidermiyorsa; El-Velid bin Müslim’in İbn Kuteybe doğmadan tam 8 yıl önce vefat etmesi el-İmame ves-Siyase’nin yazarının İbn Kuteybe olması ihtimalini tamamıyla ortadan kaldırıyor.
İbn Kuteybe’nin muasırları, birkaç hocalarının isimlerini belirttiler. Bu listedeki detaylarla kitabın asıl yazarı hocalarının detayları karşılaştırıldığında İbn Kuteybe’nin bu kitabı yazması iddiasını reddetmek için daha fazla ağırlık eklenir.
Biyografi yazarlarının itibar ettikleri İbn Kuteybe’nin rivayetteki hocaları
1. İshak ibn Rahaveyh (vefatı 238AH)
2. Muhammed ibn Ziyad ibn ‘Ubeydillah ez-Ziyadi (vefatı takriben 250AH)
3. Ebu Hatim es-Sicistani (vefatı 255AH)
4. Ziyad ibn Yahya el-Hassani (vefatı 254AH)
Bu zatların vefatları yaklaşık 3. Asırın ortalarında gerçekleşmiştir. İbn Kuteybe, bu kuşak insanlarından tarihsel olarak rivayet etmiştir. El-İmame ves-Siyase’nin yazarı olarak sunulan efsanevi İbn Kuteybe daha önceki kuşağın gözbebeği idi. Bunlardan bazıları ikinci yüzyıl bitmeden vefat etti – İbn Kuteybe doğmadan – diğerleri de 3. asrın ikinci onyılında.
3. İNTİHAL [1]
El-İmame ves-Siyase’nin diğer metinlerle karşılaştırılması ilginç bir sonuç üretti. Carl Brockelmann oryentalist Dozy ve Noldeke’den alıntı yaparak; el-İmame ves-Siyase’nin bazı bölümleri İbn Habib’in (vefatı 239H) bir tarih çalışmasından aşırıldığını bildiriyor. (Tarih el-Adab el-‘Arabi ― Arabic translation of Geschichte der Arabischen Litteratur ― cilt. 2 s. 230).
El-İmame ves-Siyase Ebu Bekir döneminden Harun er-Reşid’in (195H) vefatına kadar halifelerin sistematik tarihi olarak sunulmuştur. Burada metnin doğası hakkında esrarengiz bir şey vardır. Başlangıçta Ebu Bekir ve ‘Ömer’in faziletine dair olan hadisleri sonrada Peygamber Efendimizin sallallahu ‘aleyhi vesellem vefatından hemen sonra yer alan olayları sunuyor. Esrarengiz olan kısmı ise bu noktaya kadar malzeme titizlik ile isnadlı olarak sunulmaktadır. Ancak çok geçmeden şekil değişir, şimdiye kadar full senedlerle verilen hadisler sayfa 27’den sonra giriş niteliğinde olan “Zekeru…” (“Zikrettiler…”) şeklinde kitabın sonuna kadar bu şekilde devam eder.
Burada halifeler tarihi adında İbn Kuteybe’ye atfedilebilir bir kitabı sunmaya ihtiyaç duyan bir yazarla (yada bir hayalet yazar) karşılaşıyoruz. Bu sebeptan dolayı, İbn Kuteybe’nin hocaları ve kaynak olabilecek çok sayıda olası kişileri seçti. Seçilen kişiler, İbn Kuteybe’nin hocaları olmaları için biraz fazla erken olduğundan yazarın hesaplamada hata yaptığı ortaya çıkıyor. İstenilen malzeme ile birkaç sayfa doldurduktan sonra – Fatıma’nın evine sözde saldırı ve ‘Ali’nin bey’ata zorlanması – kitabı öyle bir malzeme ile doldurması gerekli ki sistematik halifeler tarihi güvenilirliğini versin. Aslında kitabın geri kalanı için orijinal malzeme yazmak oldukça zorlu bir görev olurdu; bu çalışma üzerinde itinalı bir bakıma girişmek bir sahtekar için belkide oldukça zahmetli bir iş olsa gerek. Bundan dolayı daha az bilinen çalışmaları ve belirsiz şahsiyetleri aşırma ile  daha rahat bir yönteme başvurdu.
Bu oyun, ancak sistematik ve titiz ilmi bir araştırma bu aldatmacayı, dünyanın gözlerinin önüne bütün çıplaklığıyla serene kadar sürebildi.
4. İBN KUTEYBE’NİN NASBI [2] 
İbn Kuteybe’nin sözde yazarlığına daha fazla şüphe düşüren de biyografistlerin onu Nasibi yada Ehl el-Beyt karşıtı biri olarak tanıtmalarıdır. Örnek olarak, İbn Hacer onun hakkında şöyle yazar: ‘‘İbn Kuteybe’de Ehl el-Beyt karşıtı olma eğilimi vardı (Lisan el-Mizan cilt. 4 s. 160). El-Yafi‘i Mir’at ez-Zamani (cilt. 2 s. 191) adlı kitabında İmam ed-Darekutni’den alıntı yaparak bu duyguyu şu şekilde yankılandırıyor: ‘‘İbn Kuteybe asıla doğru eğilimi yoktu’’.
Şayet İbn Kuteybe’nin eğilimi bu şekildeyse, onun böyle Ehl el-Beyt’i destekleyen ve Sahabelere karşı olarak algılanan bir malzemeyi belgelemesi inanılmaz görünüyor. Bilakis, bir Nasibi’den beklenilen, Şii’lerin açısından desteklenen her türlü malzemeyi dahil etmekten en çok onun kaçınmasıdır. Bu sahte İbn Kuteybe, itina ile böyle bir malzemeyi belgeliyor, kişi şu sonuca varmaktan kendini tutamıyor: Kitabın hayalet yazarı hesabı yanlış yaptı.
 “Nasibi” terimi: Sıradan halk kitlelerine Ehli Beyte, Hz. Resulullahın (sav) torunlarına düşmanlık besleyenleri tanımladığı 

NEDEN İBN KUTEYBE?
Malum şu soru sorulacak, birçok sünni yazarların içinde ‘‘Neden İbn Kuteybe?’’ye atfedilmesi, burada hayali yazar kendi yazısı için İbn Kuteybe’yi seçmesinin iyi bir sebebi olsa gerek.
It is inevitable that the question will be asked, “Why Ibn Qutaybah?” With any number of Sunni authors to ascribe this book to, the ghost writer must have had good reason for his selection of Ibn Qutaybah as the author his work.
Cevap, ben İbn Kuteybe’nin ortalamasının bu arzu edilen role en çok uygun olanı olduğu kanaatindeyim. Ne Buhari gibi evrensel bir şekilde meşhur olmuş bir muhaddis, ne de İbn Cerir at-Taberi gibi meşhur bir tarihçi değil, buna rağmen İbn Habib’(den aşırıldığı) gibi de tamamı ile sıradan birisi de değil.
Kitabı, hayatları ve çalışmaları geniş ölçüde bilinen meşhur bir kişiye atfetmek, kolayca yakalanma dezavantajını taşır. Ancak hiç tanınmayan bir yazara da yatırım yapmak kabul edilebilirlik şansını tahrip eder. En ideal çözüm, yeterli güvenilirliği sağlayacak kadar meşhur, ancak sahtekarlığın da kolayca tespit edilmesinde kaçınmak için de yeterince gözlerden uzak olan orta halli bir kişiliğe bu çalışmayı yüklemekdir.
Ve bu rol için seçilen kişi İbn Kuteybe’dir.
Yazan: Mevlana Muhammad Taha Karaan
Çeviri (İngilizceden): Murat Yasin



[1] İntihal: Herhangi bir edebi eseri kendininmiş gibi yayınlama, aşırma.
[2] Nasb: Istılahta, Hz.Ali (r.a) ve Ehl el-Beyt karşıtı olmak manasında kullanılır, bu zikredilen eğilimde olana da Nasibi terimi kullanılır.

17 Kasım 2011 Perşembe

HANGİ ŞİA?

                                      

1989 yılından beri Mezhepler  Tarihini çeşitli kaynaklardan araştırmaktayım. Tarihe olan ilgim de 80 yıllarda Humeyni'nin İslam Devrimini gerçekleştirmesiyle başladı. Derin bir saygı ve sempati ile baktığım bu sürece bakışım zaman geçtikçe, bu sürecin Türkiye’deki uzantılarını takip ettikçe yerini büyük bir kaygıya bıraktı. Çünkü gördüğüm kadarıyla bu sürecin yönetimi ve uzantılarındaki hedef  islamın muzafferiyetinden ziyade  mezhepçiliğin ön planda tutulduğu kanaati oluştu bende.  Yanılma payımı yok etmek ya da en aza indirmek amacıyla geçmiş ve günümüz şii âlimlerinin eserlerine,  hadis, tefsir ve tarih kitaplarına merakım arttı. Burada gördüğüm kadarıyla Şiilerin Kuran’a bakışı öncelikli olarak kendi doğrularına delil bulma noktasında yoğunlaştıkları en dikkate değer bir olgudur. Yine bu paralel de uydurulan binlerce hadis gözden kaçmamaktadır. Yani bu üç alan (Tevsir-Hadis_Tarih) Şia inancında boşluk bırakmamak ve bir birini tamamlamak üzere ilmek ilmek örüldüğünü görüyorsunuz.  Kurgulanmış tarihlerine delil bulmak için KURAN’  tevil ettiklerini hadis uydurduklarını bir başka boyutuyla uydurulan hadislerle, inançları doğrultusunda Kuranı yorumlayıp tarih kurguladıkları görmemek hiç mümkün değil.  Ne olursa olsun kutsal değerleri amacı dışına taşıyarak inançları lehine bir görüş çıkarma gayretleri çok aşırıdır. Bu kurgulamalar bir birinden farklı düşünen Şiiler tarafından farklı ortamlarda yapılması sonucunda bir birinden çok farklı şii inanç akideleri meydana getirmiştir ..  İmametin farz olduğuna inanan çoğu gruplar imamın kim olacağı konusunda anlaşamadıklarından bir birlerine düşmüşler, hatta bir birini tekfir eder hale gelmişlerdir. Herkes kendi imamının hakiki imam olduğu konusunda da bir sürü arguman üretmiş görünmektedir. Aynı isim altındaki bu mezhepler farklı inanç akideleri geliştirdiklerinden dolayı bunların bir kısmını diğerleri gullat olarak adlandırmaktadırlar.  Ancak her inanç kendini doğru diğerlerini batıl kabul edip kendi doğrularını bütün imkânlarıyla yaymaya çalışmaktalar. İşte islamı bilmeyen Müslümanların önündeki derin tehlike!

       Türkçe  faaliyet gösteren Şiilerin yönetimindeki  sitelere   bu konulardaki araştırma metinleri ile diyaloga girmek istedim. İyi karşılanmayacağımı biliyordum ancak  çok büyük hakaretlerle muhatap olacağımı da hiç düşünmemiştim. Ne seleficiliğim, ne Vehbiliğim, ne de kâfirliğim kaldı!. 
       Oysa benim amacım başkalarının inançlarına saldırmak değil.  Bel altı yapmadan doğruları saptırmadan, delil diye ortaya konulan şeylerin bütün yönleriyle ele alınarak doğruları tespit etmek kimin yanlış ya da eksikleri varsa bunu bir şekilde tamamlayarak vahdete bir adım yaklaşmak.    Ancak bu vahdetin nerede gerçekleşmesi gerektiği konusunda adres de vermiyorum. Çünkü taassubun gözleri o kadar kör ki, karşısındakinin söylediği yüz de yüz doğru olsa bile doğrunun geldiği yer kendisi gibi değilse redde biliyor. Bütün bunlara bakıldığında bir adreste buluşmak pek mümkün görünmese bile en azından ifrat ve tefritten uzak kalınarak daha makul olmak,tekfir etmemek o kadar zor mu?
Mezhepsizliği savunanların  islamı uygulamalarının nasıl yapılacağı konusunda her konuda  söylemlerinin olduğunu görüyorsunuz. Dolayısıyla bu söylemleriyle kendileri bir mezhep koymuş oluyorlar. Aslında inananları bir kere daha bölmeye çalışıyorlar.  Daha fazla bölünmeden İslam’dan uzaklaşmayan bir mezhebe dâhil olmak en iyisi.  Ancak, mezhepçilik son derece tehlikeli!. Çünkü mezhepçilik yapan birisi islamın aslından olmayan bir konuda bile farklı yorumu kendi tarifine uymadığı için insanları küfürle itham edebiliyor.  İslam acısından farklı inanç sahiplerini tekfir etmenin ne kadar tehlikeli olduğunu İmamı Azam çok acık ve net ifade etmiştir.
Bütün bunları kısa örnekleriyle ifade ederek okuyucularla  paylaşmak istedim. Hazırladığım kitabı bir yayınevi aracılığı ile basmayı düşündüysem de imkânlarım elvermedi. Çeşitli Bloklarda bunları yayınlamaya başladım. 
  Bu konuları irdeleyen çalışmaları arama motoruna “ Şiacılar” diye yazıldığında bir biri ardına gelen farklı sitelerde bu konunun açılımını göreceksiniz.  Beğenirsiniz beğenmesiniz. Belki eksikler var katkı sağlarsınız. Tenkit edersiniz.  Demem o ki tartışmanın da tenkidinde belli bir üslubu olmalı. Küfür tekfir ve belden aşağı vurmak bilmiyorum sahibine ne kazandırır.  Eksik bulduğunuz ya da beğenmediğiniz bölümleri yorumlayın buyurun tartışalım. Ya da diğer okurlarla tartışın. Buna imkan var. Önemli olan insanların bir birlerini kırmadan dökmeden saygılı bir ortamda görüşlerini söylemeleri.   
Esas vurgu yaptığım konu Vahdet konusudur.   
Ayrışmaya mı bütünleşmeye mi ağırlık verdiğine siz karar verin. 
http://ehlbytsevgs.blogspot.com/2011/05/inancimizla-ilgili-bir-seyler-yapmamiz.html

İMAMETİN OLUŞTURULMASINDA SORUNLAR




        İMAMETİN OLUŞTURULMASINDA KAN BAĞI

 Rasulullah vefat edince yerine Hz Ebu Bekir, HZ Ömer, Hz Osman ve Hz Ali Peygamberlerinin halifeleri oldular. Pekiyi, ilk seçimde sürece Hz Ebu Bekir ve HZ Ömer’in müdahalesi olmasaydı, Hz Peygamberin cenazesi başında bulunan HZ Ali’ye halifeliği bırakacaklarımıydı? Elbette ki hayır!. Pekiyi Hz Ebu Bekir ya da Ömer Hz Ali nin halife yapılmasını orada teklif etselerdi kabul görecek miydi? Yine de hayır. Çünkü ensarın halife tayini konusunda bir araya geldiği mekanda ilk önce muhacirden kimse yoktu. Onlar kendi aralarında bu hakkın kendilerine ait  olduğunu idda ediyor ve konuyu tartışıyorlardı. Daha sonraları Hz Ebu Bekir, Ömer muhacirlerden gelen olduğunda da bu konu bir hayli tartışıldıktan sonra Hz Peygamberimizin “İmamlar Kureyştendir” hadisinin hatırlatılması üzerine Hz Ebu Bekir’in halife olmasına karar verilmiştir. Her ne kadar Ebu Bekir bunu istemese de bu halka onun boynuna takılmıştır.[1]   Orada planlanmış bir şey yoktu ki. Şartlar çok kötü gelişmekteyken onlar mevcut çözümü buldular. Orada Hz. Ali olsaydı sonuç değişirimiydi? Onu  Allah bilir. Çünkü bulunulan ortamda kimse kimin layık olacağı hususunu düşünmüyordu! Öncelikli konu bu hakkın ensarın mı , muhacirin mi? Sorusunun cevabındaydı. Eğer Hz Ali’nin ilk halife olmasıyla  ile ilgili Hz Peygamberimizden her hangi bir işaret olsaydı oradaki insanlar bunun hatırlatılması üzerine ona boyun eğeceklerdi. Kabul edip başlarının üstüne koyacaklardı. Her neyse. Sonuç bu. Bence süreç daha mantıklı düşünülmeli!

Ama hem sahabenin, hem de sahabeden biri olan Hz Ali nin, durumu kabul etmesine rağmen,  bu halifeler, ne acı ki, daha sonraları Ali adına reddedilmiştir. Bununla da kalınmayıp, bütün bir tarihi, hadis külliyatını, ve tefsirleri bir ideolojiye dönüştürülen anlayışa göre dizayn edilmiştir. Nasıl mı?
Şia gruplarından bazıları Masum İmam’ın hangi ırkiyattan geleceğini tespit edip ilan ettiklerinde umduklarını bulamamışlardır. Söz konusu   imamları kendi yanlarında göremeyince, süreçleri masum imamlar adına tamamen kendileri yönetmeye başlamış bunun, daha kolay olduğunu görünce imamların fikirlerine bir daha itibar bile etmemişlerdir. Onlar adına hem inanç akideleri oluşturmuş, hem de  mevcut iktidarlarla savaşa girmek istemeyen ehlibeyt mensuplarını pasifize ederek onun adına iktidarı ele geçirmek için siyasi mücadeleye girmişlerdir. Bu bilgiler bize kendini şia olarak adlandıran kişilerin metinlerinden gelmektedir. Ha şu denilebilir ki şia olan birisi kendi açıklarını neden versin? Bunun cevabını bulmak içinde kaynaklara bakıyoruz ki, göründüğü kadarıyla bir hakiki şia var. Bunlar tarihi olayları olduğu gibi bize yansıtan Hz Ali’yi ve ehlibeyti kan bağından ya da ırkiyat den dolayı değil de onları kişisel özelliklerinden ve Hz Peygamberin yakınları olduğundan dolayı sevenler.  Birde sonradan türeyen “Şiacılar” var ki bunlar çıkarlarını korumak için insanların içini acıtan destanları ve tarih kurgulamışlar, bu yetmemiş hadis uydurmuşlardır. Senoryalarını doğrulamayan  reddeden Kuran’ın itibarını düşürmek için de  farklı şekillerde Kurana iftiralar atmışlardır. [2] Söz konusu kaynaklara bakıldığında dudakları ucuklatacak türde yalanlar iftiralar ve saptırmalar olduğu görülecektir.Bunlar tutmayınca da ayetleri tevil ederek uydurma yorumların adını İmam sözleri olarak yaymışlardır.
Bizim konumuza esas olan grup hakiki şia değildir. Onlara hiçbir sözümüz yok. Onlar hakiki iman ehlidir zaten.
 Bunları bir birine karıştırarak hakikatlerin önünü yüzlerce yıldan beri kapatan ve uydurma anlayışlardan çıkar sağlayan, farkında olarak ya da olmayarak, İslam bölmeye çalışan, daha kendi içinde birlikteliği sağlayamadan, bütün İslam alemine savaş açan zihniyetedir, bütün inananların sözü…
 Şiacılar Zayıf kaldıkları dönemlerde dışarıya karşı kendilerini saklama ihtiyacı duyduklarında diğer insanlar gibi görünmüşlerdir. Bunu hazmedemeyen kendi taraftarları bu ikiyüzlülüğe karşı çıkanca bu durumu kurtarmak için dine, Takiyye’yi inancını vazgeçilmez bir unsuru olarak ilave etmişlerdir.[3] İmam Sadık’a nisbet edilen “takıyye benim ve atalarımın dinidir! Gibi Hadislerle kurumsallaştırdıktan sonra, kılıfına uydurdukları yalanı her alanda her konumda kullanmışlardır.
Bu süreci bütünüyle incelediğinizde bu yapılanmanın uzun vadede ve çok planlı bir şekilde devam ettiğini görürüz.

Hz Hasan’dan sonra imam olarak onun  çocuklarından biri değil de neden  Hz Hüseyin İmam olmuştur, Eğer imamlık kardeşten kardeşe geçiyorsa daha sonraları bu süreç neden böyle yürümemiş hep babadan oğula geçmeye başlamış!. Eğer bu secim liyakate göre seçiliyorsa neden Hz Hüseyin’in diğer hanımından olan cesur ve atılgan oğlu Ömer değil de,  kasınıye muharebesinde ölen İran Kralı Yezdicet’in kızı şehrebanu  ile evliliğinden doğan yapısı itibariyle yumuşak Zeynel Abidin diye bildiğimiz kişi imamlığa getirilmiştir.
Kaldı ki sürekli pasif konumda kalan Zeynel’. Eline kıyam için birçok fırsat geçmesine rağmen Şiilerin amacına yönelik kılını kıpırdatmamıştır. Medine halkı Yezit’e isyan ederek bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi.[4] Bundan başka İbni Zübeyir, Mekke’de yeni bir devlet kurmuştu.  Dikkate değer bir şey ise, Emeviler, Mervan döneminde en zayıf anlarındayken aynı dönemde Irak’ta Muhtar Es-Sekafi tarafından Küfe merkezli güçlü bir Şii devlet teşekkül etmişti.[5] Bütün bu fırsatlara karsın en küçük bir risk almayan Zeynel, kerbela’dan sonra ölünceye dek Medine’den ve de Emevilerin sözünden çıkmamıştır. Zeynel bu devlete gitmeye, hatta bu devletten gönderilen paraları yemeye bile cesareti yoktu. [6] Denilmektedir.
Ancak, bu ifadeyi  Hz Zeynel için kullanmak bence yaralayıcı bir durumdur. Araştırmalarımın bütünde gördüğüm Hz Zeynel,  Önüne bir çok  fırsat geçmesine karşın ne şii devletinin kuruluşunda onların yanında yer almış, ne de kendi başına da siyasi bir eyleme geçmiştir. Siyasi Şiacılarla imamların bir alakasının olmadığını buradan da anlamak mümkündür. Zeynel, kerbela’dan sonra ölünceye dek Medine’de yönetimin baskı ve  zulmünden fırsat buldukça zamanını, fakirin fukaranın ihtiyaçlarını gidermeye ve ibadete ayırmıştır.
 Kapılarına bilmedikleri biri tarafından ihtiyaçlarının konan fakirler, kapılarına ihtiyaçlarının gelmediği gün, Zeynel’in ölüm haberini almalarından sonra yardımı kimin getirdiklerini anlamışlardır. Böylesi takva ehli Allah’ın evliyası Emevilerin zulmüne karşın bile Şiacıların yanında yer almamış ve kendini imam ilan etmemiştir. Çünkü onun imamet anlayışı Şiacıların içini doldurduğu bir anlayışta değildi.
Zeynel’in  yönetimden gördüğü sıkıntılarına zerre kadar ilgi göstermeyen Şiacılar, Onun adını kullanarak devlet kurmayı ve yönetmeyi ihmal etmemişler, yönetimin başına da getirmeyi düşünmemişlerdir.
Eğer imamlık Zeynel’e bizzat ALLAH tarafından verilmiş olsaydı Zeynel, bu fırsatları kullanır, Allahın emrine itaat eder, zulümle başa baş dişe diş mücadele edebilirdi., Ancak Şiacılar tarafından Zeynel’in rakipleri arasından seçilmesinin tek bir sebebi: Hz Muhammet’in değil, son İran şahı Yezdücerd’in torunu olmasıdır. İşte İran kökenli Şiiler Zeynel Abidin ve onun çocuklarını mazilerindeki kralın konumuna, koymuş, imamet yetkilerini kralın yetkileriyle örtüştürmüşlerdir. Zerdüştlükte  “kralın kararları ve yasaları bizzat tanrının vah yetmesidir. Bundan dolayı memleketin kanunlarının temeli tanrısal bir iradeye dayanıyordu. Bu kanuna karşı gelmek, ilahi iradeye karşı gelmekti”.İmama karşı gelmekte aynen öyledir.  İmamların masumiyeti düşüncesinin Fars diyarında (İran) ortaya çıkışı ve bugüne değin halen varlığını sürdürmesi tesadüfî değildir. İranın yanında Irak da, eski medeniyetlerin birleştiği bir yer ve Irak'ta Fars ve Keldanî ilimleri ve bu milletlerin medeniyet kalıntıları bulunuyordu. Ayrıca bu ilimlere Yunan felsefesi, Hint düşünce­si katılmıştı. Bu medeniyet ve düşünceler Irak'ta birbirleriyle yoğruldular. Böylece Irak, îslâm fırkalarının birçoğunun meydana geldi­ği bir yer olmuştur. İmamet ve yetkilerinin ilhamı bu kültürden geçmedir. Bu ırki yakınlığın dışında dışındaki her hangi bir ehlibeyt mensubu imam olamaz.  Kabul da etmezler.  Neticede bugün 12 imam adı ile tanımlanan kişilerin hepsi bu ananın çocuklarıdır. Kendilerinin belirlediği diğer şia gruplarından olan zeydileri ve ismailileri asla tanımazlar. Hz Hasan’ın çocuklarından her hangi birinin imam olmaya da hakkı yoktur. Ne de bugün adları bilinmektedir!

İşte imamet seçiminin nasıl yapıldığını konusunda tarihe baktığınız zaman, Hz Hüseyin sonra tamamen bir ırkiyata yani Allah resulünün nübüvvet mirasının kan bağı yolu ile geçtiği inancıyla oluşturulan  imamet teorisinin hakikate dönüştürüldüğünü  görüyorsunuz. Ebu talib’in kurtarılma çabaları, Hz İbrahim’in esas babasına  “babası değil amcasıdır. Çünkü o günlerde amcaya baba denirdi” gibi Kuran metnini tevil etmeleri de   bunun bir devamıdır.!
Netice itibariyle Hz Hasan Muaviye ile savaşa girmeden halifeliği devretmesi, Hz Hüseyin’in kıyam ederek şehit olması, Zeynel Abidin’in kıyama girişmeyip bütün ömrünce dua ile geçirmesi (“dua ile kıyam “) İmam Cafer’in siyasete bulaşmayıp ilimle uğraşması, gibi. Diğer imamların hayatlarında öne çıkan davranışlardan ne varsa!.
Bu davranışlarını kafalarına göre yapmadıklarını taraftarlarını ikna etmek için, şu hadisin uydurulduğuna şahit oluyoruz.“   Kuleynî: “Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e indi. Vasiyet ile ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü hiçbir metin indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet hakkındaki vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü açtı onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü; savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e verdi....” [7]Bu hadisten sonra hangi şia bu hususları tartışabilir?  İmamlar adına uydurulup da altına imamlardan her hangi birinin adının konularak   Kuleyni’ nin kitabında yer alan sayısız haberlere kim itiraz edebilir!. Ancak, imametin ırkiyata dayanmasını Kuran reddeder. Bunun örnekleri de var. İşte Hz Nuh’un oğlunu Allah Nuh’un sulbünden saymamaktadır. HZ. Kuran kan bağını değil iman’ bağını  öne çıkarır. Bu sefer bu nesil ne yapar. Hz. Nuh’un karısına iftira ederler. “ O çocuk Nuh’un çocuğu değildir”. Diye
 Kuran’la veya diğer sahih hadislerle çatışan bu uydurma sözlerden bazıları  vazgeçmek zorunda kalırlar.
Sonuçta işte “vasiyet”! Kim ne diyebilir? O zaman sorabilir misiniz, Hz Hasan’ın çocuklarından birisi neden imam olmadı? Zeynel Abidin hayatı boyunca elinde onca fırsat varken, neden kıyam etmedi? ya da kurulan şii devletinin başına geçmedi?! Hz. Zeyd kıyama kalkıştı,  ashaba küfür etmediği için etrafındaki Şiacılar onu terk etti!  Yalnız kaldı.   En yakınları bile ona yardım etmedi sonuçta  şehit oldu,  onu neden sevmiyorsunuz diye!?......
Bütün bunları  cevabı zaten hazır; Bütün imamlar  kendiyle ilgili vasiyeti açtı baktı orada ne yazıyorsa onu yaşadı!
Acaba şöyle bir soru sorabilir miyiz.
Bu vasiyetten Hz Zeyd’in haberi var mıydı?
Galiba yoktu. Olsaydı Zeynel Abidin’in imamlığını kabul ederdi. Eğer böyle bir vasiyet var idiyse Muhammet Bakır bunu Hz. Zeyd’e gösterebilirdi!  Ya da neden göstermedi? Muhammed Bakır’ın oğlu Abdullah’ta imamlık davasında bulunmuştu. Böyle bir şeyin olacağını babası bilmesine rağmen, oğluna bunun doğru bir şey olmayacağını imamlığın bir vasiyetle geldiğini neden oğluna söylememiştir.
Görülüyor ki bu vasiyet de sorunu çözmeye yetmemiş! O zaman ne yapmalı? Bu sefer Kuran’a müracaat etmeli. Masum bir imam adıyla konuya uygun bir ayet bulup tevil ettirilip sonuca gidilmesi en doğru yol. Hem bu yöntemle ehlibeyt konusuna da netlik getirilmiş olur!. 
İşte Meşhur her derde çare bulan Kuleyni’ nin, El Kâfi’ si. Bu sorunu da çözmüş görünüyor. [8]
“... Abdurrahim b. Revh el-Kasir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Cafer’e (Muhammed Bâkır): “Peygamber müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar.” [9]ayeti kimin hakkında indi?” diye sordum. Buyurdu ki: “Ayet velâyet ve imamet hakkında inmiştir. Bu ayet, Hüseyin’den sonra, onun çocukları arasında uygulamaya konulmuştur. Dolayısıyla biz, imamete ve Resulullah’a, Muhacir ve Ensar’dan oluşan diğer Müslümanlardan daha yakanız.” Dedim ki: “Cafer’in çocuklarının bunda bir payları var mıdır?” “Hayır.” dedi. “Abbas’ın çocuklarının bunda bir payları var mıdır?” diye sordum. “Hayır.” dedi. “Abdulmuttalip oğullarının bütün boylarını saydım.” hepsi için “Hayır.” diye cevap verdi. Bu arada Hasan’ın çocuklarını unuttum. Bir daha yanına girdiğimde: “Hasan’ın çocuklarının bunda bir payı var mıdır?” diye sordum, “Hayır.” dedi. “ALLAH’a yemin ederim ki, ey Abdurrahim! Bizim dışımızda hiçbir Muhammedi’nin bunda bir payı yoktur.”
Peygamberimizin eşleri ve kendi evinde barınan çocuklarını kasteden ehlibeyt kavramından, önce, Hz. Muhammet’in eşleri, sonra duruma ve koşullara göre tüm Haşimiler, tüm Ebu Talip soyu çıkartılmıştır. Daha sonra Hz. Ali ve Fatma soyu iyice daraltılarak tek bir kanal yöneltilmiş, zaten haşa Hz. Hasan’ın kabahatli biriydi! İmameti muaviye ye vermekle. Onun soyunu da fazla uzatmadan bitirmek gerek!. En sonunda Hz Hüseyin’in soyu da, ancak İran Şahının kızı vasıtasıyla gelen Zeynel Abidin’in nesli ehlibeyt zümresinin tek temsilcisi olarak kalmıştır.
İşte din böyle kurgulanır. İşte Tarih böyle şekillendirilir. Diğer İslam alemi bu konuda sınıfta kalmıştır!. Ne yapmıştır. Ravilerden topladıkları hadislerin bir birini tamamlayıp tamamlamadıklarına hiç bakmamışlar. Sağlam bulduklarını almışlar. Bunlar Şiilerin işlerine yarar ya da yaramaz diye her hangi bir ayrım  akıllarının ucundan bile geçirmemiş. Doğruyu yalandan ayırmışlar ama Şiacılar gibi iyi bir kurgulama yapamamışlar!
Sonuç. Şiacılar; siyaseti yürütürken de, din kuralları koyarken de, imamların görüşlerine hiç itibar etmemişlerdir. İşlerine nasıl geldiyse mevcut ortamda durum nasıl kurtarılabiliniyorsa öyle davranmışlar.  Dini yaşam içinde çok güçlü gösterdikleri  “imamet”, onlar için sadece kukla olarak kullanılmıştır.




[1] Prof Dr. Muhammed Hamidullah “İslam Peygamberi 2.cilt
[2](              Kuleyni, Kafi, c. 1, s. 339341, Kuleyni, elKafi, c.8 sç125, ElKummi elHısal, s. 83)
     Muhsin elKaşi, EsSafi 6. Mukaddime s, etTabersi, elİhticac, s.70, Kuleyni, elKafi, c.2 s.633, EtTabersi, elİhticac, s. 223.) vb.
[3] (Tefsîru’l- Hasen Askerî 162, Usûlu’l-Kâfî 2/219, Kafi c:2 s. 217–219–222)
[4] (Tarihi, Taberî, c. 7, s. 3 -13;  İbn-i Esir, el kâmil, c. 4, s. 40 -41 ve İbn-i Kesir, el bidaye, c. 8, s. 216;  İbni, Abdirabbih, Ikdu'l-Ferid, c. 4, s. 388) 

[5] Taberi, Tarih c. 7, s. 100-110; Dineveri, Kitabülahbar s. 290-295; İbni Esir, El-kâmil c. 4, s. 112-116).

[6] (İbn-i Sa'd-Tabakat c. 5, s. 213 )
[7] Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc. Seyid Cevat Mustafa), Tahran? II, 28-29

[8] El Kafi, 753 nolu hadis
[9] (Ahzab 6)