VELAYETİ COM
Allah kime risalet görevini vereceğini en iyi bilendir
18 Kasım 2011 Cuma
Tarih Kurgulayan Şiacılar
ŞİİLERİN TARİH VE HADİS KURGULAMA
ÖRNEKLERİ İLE ETKİLEME ALANLARI.
Hz Peygamberimizden sonra, sahabe
arasındaki ihtilaflar, Kerbela hadisesi gibi tarihi olaylar, yüz sene sonra kaleme alınmıştır. Bu alanlarda
kaynak yetersizliği olması nedeniyle Siyer ve İslam tarihçileri hadiseleri nakletmekte
olaylara
test etmeden çok esnek
davranmışlar ve önlerine gelen her bilgiyi, senedin sıhhatine rivayetin yönünü dikkate almadan nakletmişlerdir. Hatta öyle ki, güvenilmez
olduklarından hadis rivayetlerine itibar etmedikleri ravilerin, tarih
rivayetlerine itibar etmek durumunda kalmışlardır. Söz konusu kişilerin tarihi rivayetlerine yer vermezsek, eldeki bilgi az olur mantığı
ile ne yazık ki bu kişilerin tarihi rivayetlerine
itimat etmek durumunda kalmışlardır. Bu ravilerin kimler olduğu ve hangi sırada rivayet ettiği hususuna gelince;
Sıffın savaşı ile ilgi en çok kaynak gösterilen kişi yalancı olduğu
bilinen Ebu Muhannef azılı bir şiidir. Sahabe
ile ilgili en çok rivayet eden sahabe düşmanı olarak bilinen etrafta
yalancılığı ile nam salan Hişam bin
Muhammed bin es Saib el Kelbi yine azılı bir şiidir. Dolayısıyla bugün bütün
İslam dünyasında bu konularla ilgili rivayetlerin büyük bir çoğunluğu bu
kişilerden gelmedir. Bu rivayetler acılı tarihin Kerbelanın yaşanmasından yüz
yıl sonra yapılmıştır. HZ Hüseyin’i
Kufe’ye davet edip davetlerinin arkasında durmayan ihanet şebekelerinin kerbela
sonrası suçluluk duygularını bastırmak vicdanlarını rahatlatmak amacıyla
duygusallığın en ileri aşaması kullanarak yaktıkları ağıtların, uydurulan
destanların toparlanmasıdır. Bulundukları
ortamda kendilerini güçlü kılacak, anlayışların öne çıkartıldığı, eformasyonun en zayıf dönemlerinde en küçük
olayların bile çok kolay bir şekilde dezenforma edildiği bir ortamda, dilden
dile anlatılan olayların, en az bir asır sonra, sun'i bir tarih
kurgulama metodunun, Tarih Kitabına
dönüşümüdür. Bütün olayların merkezine
Şiiliğin yerleştirildiği bir anlatım şeklini, “Şii bakış açısından kaleme alınan bütün
eserlerde görmek mümkündür. Öyle ki, özellikle Emeviler devrinde, neredeyse
Haşimi muhalefet cephesinde tezahür eden oluşumun büyük bir kısmı sanki
Şiilikmiş gibi gösterilmesi bunun açık örneğidir. İşin en ilginç yönü de geçmişteki olaylarla
Şiiliği irtibatlandırabilmek için uydurulan rivayetlerin, büyük bir kısmı, Şii
olmayan tarihçilerin pek çoğu; o dönemlerdeki tarih anlayışı çerçevesinde
bulabildikleri malzemeyi hiç araştırma yapmadan olduğu gibi hiç tereddüt
duyulmaksızın benimsenmiş ve kitaplarına almışlardır. İşte bu yüzden bugün şii
olmayan İslam âleminde gerçek tarihi anlama konusunda zengin kaynakları
bulunmamaktadır. Şunu da bilmek gerekir ki; Şii tarih kitaplarında bir birine
taban tabana zıt olayları görmek mümkündür.” (Prof. Dr. Hasan Onat’ın
eserlerinden faydalanılmıştır).
Bu rivayetlerinden daha sonraları Mesudi ile Yakubi nin yine aynı
konuları kaleme aldığı Mürucu'z Zeheb adlı tarih kitabıdır ki
yine bu kişiler de diğerleri gibi asla güvenilmez, emin olmayan kişilerdir.
Bunlardan gelen rivayetler zehirli bir ok gibidir. Çok dikkat edilmesi gerekir. Yani bu rivayet; Hz Peygamberin en yakınlarının dostlarının
akrabalarının, hanımlarının ve arkadaşlarının bir anda düşmana dönüşümünü
sağlayan metinlerdir. Yalan ve uydurma rivayetleri merkeze oturtanlar, bu mealde yüz binlerce hadis uyduracak, Kuran’a tezat olan
bu hadislerin gerçekliğini de,
yine Kuran’ı en iyi anlayan kişilere, kendilerine uygun bir metotla teyit ettirmişlerdir!. Kuleyni’nin
El Kafi’sinde olduğu gibi!.. Bazı şii âlimleri, Kuleyni’nin
el-Kâfi’yi İmam Kâim (Mehdi aleyhisselam)’a arzettigi ve İmamın da bu eserin
güzel olduğunu belirttiği ve << Sia’mız için kâfidir>>. Dediği
inancındadırlar. (Ravdatu’l Cennat sh.533)” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa XI.) Yani, Kuley’ni, Şiilerce en itibar edilen
hadis alimi olarak kabul edilir. Onun derlediği El Kafi’yi, güya kayıp olan
yani çocukken bir mağaraya girip oradan kaybolan ve kıyamete yakın bir zamanda
mehdi olarak geleceğine inanılan (Kaim )
e bu kitap sunulmuş. O da bu kitabı okumuş,
onaylanmıştır. Dolayısıyla hem Allah’ın, hem
de Mehdi’nin onayından geçen bu kitap, nas
hükmünde olacağından kimse
tarafından sorgulanamayacaktır. Bu metotla içinde binlerce yalan ve iftiranın
bulunduğu bir kitap sorgulanamaz hale getirilmektedir.
Daha sonraları yukarda isimleri gecen yalancıların rivayetlerinden
Taberi, Hafız
İbn Asakir, İbn Kesir gibi tarihçiler bu hadiselerde rivayet toplama ve derleme yoluna
giderek bunlardan da nakiller almışlar ve maalesef eserlerine güvenilmez bazı hususları
koymuşlardır. Güvenilir kişilerin güvenilmeyen kişilerden zayıf rivayetleri
almasının açıklamasını Muinuddin el
Hatib bakınız nasıl yapmış?
"Taberi ve onun gibi güvenilir
âlimlerin zayıf rivayetleri zikretmedeki durumları bu zamandaki kadıların
durumu gibidir. Şöyle ki, onlar bir meseleyi araştırmak istediklerinde, her
şeyin kendi kıymetine göre değerlendirileceğine güvenerek bu mesele ile ilgili ellerine ulaşan, delil
olabilecek bütün meseleleri bir kısmın zayıf ve değersiz olduklarını
bilmelerine rağmen toplarlardı. İşte Taberi ve seleften büyük tarihçiler ilmin bazı meselelerini bazı noktalardan
olsan bile kaçırma endişesi ile nakledenin durumunun zayıf olduğunu bildikleri
halde nakletmeyi ihmal etmiyorlardı. Ancak, onlar her rivayeti senedi
ile birlikte zikrederlerdi ki okuyucu haberin kuvvetliliğini ravilerin
sağlamlığından, zayıflığını da ravinin güvenilir olmayıp zayıf olduğundan
anlasın. Böylece, emaneti eda ettiklerine ve ellerine ulaşan her şeyi
okuyucuların önlerine serdiklerine kanaat ediyorlardı."
Daha sonra gelen tarihçilerden Suyuti Tarihi Hulefa'sına, Ebul Fida El Muhtasar fi Ahbari'l
Beşer adlı eserine, Abdulvahhab en
Neccar "El Hulefa ur Raşidun'a ve Şiblenci "Nur'ul Ebsar'ına ve diğerleri başka eserlere sağlam çürük ayırt etmeden bir sürü bilgiyi
boca etmişlerdir. Özellikle Nur'ul
Ebsar uydurma söz ve hadiselerle doludur.
İbn Esir
de aynı şekilde davranmış, sadece bilgileri toplamış ama süzgeçten
geçirmemiştir.
İbn-i
Kuteybe'nin yazdığı iddia edilen "El İmame ve's Siyase" adlı
kitap da bunlardandır. Sahabelerin hiçbirisini bırakmamış ve bütün
faziletlerini yıkmış olan bu eserin İbn Kuteybe gibi bir büyük dimağa ait
olduğunu düşünmek de güçtür. Kadı
Ebubekir İbnül Arabî “El Avasım Minel Kavasım kitabında İbn-ül Hacer el Heytemi, Tathîr’ul
Cenan’ında bu eseri şiddetle tenkid etmiş ve onun İbn-ül Kuteybe’ye ait
olduğuna şüpheyle bakmışlardır. Muhibiddün
el Hatip de bu kitabın kötü niyetli birileri tarafından İbnül Kuteybe’ye
isnad edildiğini belirtmektedir. “Muhammed Salih Ekinci”
Hadis
rivayetlerinde her hangi bir kaçağa izin vermemek için özelikle senetler konusunda gösterdikleri
hassasiyetin bir kısmını bile, tarih
ravileri konusunda gösteremeyen
alimlerimiz, Tarih konusunda önlerine gelen rivayetleri almaktan imtina etmemiş
olsalar Tarihe gerekli hassasiyeti
gösterebilselerdi bugün tarihi geçmiş daha açık ve net anlaşılacaktı.
Dolayısıyla bugün tarihle ilgili yaşanan kaosun çoğu görülmeyecekti. Ayrıca,
günümüz Müslümanlarının, dinin
kaynakların yorumunu kurgulanan tarih
perspektifinden yapanların oyununa gelmesi engellenmiş olacaktı.!
Çok şükür ki dinin asıl kaynakları hala dim dik
ayakta.
ŞİİLERİN DELİL SAYDIKLARI ESERLERİN ASLI KİMİN?
İSLAM DÜŞMANLARINCA ÜRETİLEN BELGELERE KARŞIN HİÇ AKIL YÜRÜTÜLMEZ Mİ?
Günümüzde Hz Peygamberimizin
aleyhine İslam düşmanlarınca çok çeşitli yalan, iftira ve karikatürler
üretilmektedir. Bugün ya da üç beş asır sonra bu karikatürleri, uydurulan
yalanlara ulaşan, okuyan birilerinin, bunları tarihi bir belge olarak kabul
etmesi, ya da birilerinin onu delil diye ortaya sürülmesi vicdani mi dir?
Bunları insanların gözüne gözüne delil diye sunmaya kalkışanların iyi
niyetine inanılır mı? Elbette ki hayır. Bunu
ileri süren düşüncede zaten iyi niyet ve vicdan aranmaz da, kendini
hakikati arayan biri olarak tanımlayanların da bu tür sahtekârlıklara dört elle
sarılması bir o kadar akli ve vicdanı değildir. Hakiki vicdan sahibi bir insan
bu tür iddialar karşısında ya bunu doğrudan reddetmeli ya da meseleyi bütün
yönleriyle iyice tetkik etmelidir. İftiranın uçunda Hz Peygamber var diye
değil, kim olursa olsun aynı duyarlılığın gösterilmesi gerekmez mi? Pey iki bu
tetkiki nasıl yapmalıdır?
Önce iftira atılan şahsın ya da
sahışların hayatlarını incelediğinde; Hayatlarının en güçlü ve vahşi
dönemlerinde, nefislerinin arzu ettiği
bir ortamı gönlünün istediği gibi yaşarken, konjöktör olarak kabul edilmesi
kolay olmayan bir inancı, bütün tehlikelere gögüs gererek kabul edip, onun için
evinden ocağından coluğundan çocuğundan vaz gecen, yurtlarından yuvasından
kovulan, savaşlarda ölümle burun buruna gelen, detaya inildiğinde inançları
için cektikleri sıkıntıların ifadesi ansiklobeliler dolduracak büyüklüğü
kapsayan bir yapıya, bu kazanımlarının bir anda yok edilmesini sağlayacak
türdeyse iddilar, o zaman bir duraklanmalı bu işin için bir gayrimeşruluk
olduğundan şüphelenilmelidir. Bu iddiaların üstüne hemen hoplanmamalı, zaten
ben bunu arıyordum denmemelidir. Çünkü elindeki bulgular büyük bir ihtimalle
tamamen iftira olabilir. Bunlarla ilgili bilgilerde çelişkiler varsa,
işin içinde bir tuzak olduğunu anlayıp araştırmasını biraz derinleştirilmesi
gerekmez mi?
Derinleştirmenin
detayında şu da görülebilir
Bunun
devamını anlamak için incelemeyi derinleştirdiğinde aynı hayatların güzel
alışkanlıklarını sürdürdüğünü örnekleriyle anlatan belgelerin yanında çok
farklı, mevzi insani özellikler sonucu meydana gelen hataları da görür. Ayrıca
bu hataların abartılarak iftira ve yalana dönüştürüldüğü bir sürü
sahtekarlıkların belirli bir ajitasyon içinde manipüle edilerek verildiğini de
görür. Gittikçe bir birinden çok farklı algılamaları çağrıştıran metinlerin
olduğunu da fark eder. Eder etmesine de durum şaşırtıcıdır. Şimdi bunlardan
hangisine inanmalıdır.? Herhalde aklını kullanması gerekir değil mi?
Meselenin
bütününü göz önüne alarak bir irdeleyelim. Her şey yolunda giderken,
nefislerinin istediği gibi bir ortamda, ayrıcalıklı, yöneten ve belirleyen bir
güç sahibi iken, akılda olmayan birinin getirdiği ve beraberinde zorlukları
meşakkati, tehlikeyi, ölümü, ailesinden ocağından uzak kalmayı, malını mülkünü
çocuklarını kaybetmeyi, getirecek bir dini benimseyerek, bütün bu sıkıntılara
uzun bir süre katlanan ve İslam lezzetini tadanların, kabul ettiği değerlerin
kendileri için tehdit olmadığı bir zamanda, Bu değer biçilmez sermayeyi,
üstelik ömürlerinin son demlerinde, hem de kazanımlarının kendilerine yarar
sağlamaya çok az bir zaman kalmışken, bir çırpıda harcadıklarını ifade eden bu
metinlere inanmak aklın karımıdır?.
—Bunu, siz olsanız yapar
mıydınız? Yok, yapmaz dınız.
—Peki, siz Hz Peygamberi gördünüz
mü? Hayır.
—Görseniz bu davaya sarılmanız
nasıl olurdu? Daha fazla.
Pekiyi inancı için destanlar
yaratan bir neslin üstünü üç beş yalancının iftiracının, provekatifcinin
cümleleriyle nasıl silebiliyorsunuz? Üstelik bunu Allah için yaptığını
sanıyorsun!
Hemen size diyecekler ki, söz
konusu kişilerle ilgili bilgiler birkaç koldan bize gelmektedir. Bu sözleri de
irdeleyin. Çünkü büyük bir ihtimalle yine yalan söylüyorlar. Biraz akıl
tutulmasından kurtulup düşünsek, diyelim ki iddialarda yer alan
olumsuzlukları üç beş kişi yaptı. Ama binlerce kişi için bu iftiralar
atılıyor. Kendiniz için kabul edemediğiniz basit bir olumsuzluğu,
binlerce kişiye nasıl yakıştırıyoruz? Onlar o kadar aptaldı da, islamı
neden kabul ettiler. Kabul edenlerin hepsi fakir fukara, köle değil di ki. …
Tarih okumalarının düz bir metin
gibi algılanmaması gerekir. Sağlıklı sonuca gitmek için lehte ve aleyhte
olanlar ne varsa okunmalı ve sınıflandırılmalıdır. Sonra
geliştirilen
bu söylemlerin ne zaman dile getirildiği, Söylemlerin planlı bir şekilde mi
yoksa gelişigüzel plansız bir şekilde mi yazıldığı, söylemlerde
birlik ve bütünlüğün olup olmadığına, kurgulanmış tarihlerin yazılımında mı,
yoksa farklı söylemleri içinde barındıran tarihin mi daha gerçekçi
olabileceğini düşünülmelidir.. Yine bu söylemlerde tezatlar var mı ona bakıp
bir sonuca varmaya çalışılmalıdır bence..
Bu konuda
görülen her kaynağa, yada önünüze konulan kaynağın ismi geçen şahşa ait olduğu
konusuna bile hemen inanmak doğru değildir. Mesela İbni Kuteybe için
ehlisünnet bir âlim denilmektedir. Bilinen altmıştan fazla eseri bulunmaktadır.
Hatta eserlerinin bunun çok ötesinde olduğunu söyleyenlerde var.Dün ve bugün Hz
Peygamberimiz hakkında milyonlarca yalan ve iftira düzmeceleri olduğu gibi,
başka sevilen insanlarla ilgili de aynı benzer yalan ve iftiralar üretilmiştir,
üretilmektedir. Hatta öyle ki, iftira atılan insanları seviyor görünen ve
onların safında görünen kimselerin eserlerine bile kendi görüşlerinin tam tersi
metinlere rastlayabiliyorsunuz. Bu tezadın araştırılması neticesinde de söz
konusu kişilerin eserlerine sonradan ilaveler yapıldığını, ya da sözü edilen
eserin ona ait olmayıp başkaları tarafından onun adına çıkartıldığını fark
ediyorsunuz. Bu sonucu da herkesin bilmesinin imkânı yok. Çünkü insanlar elinin
altındaki bilgilere inanıyor. Bu tür haberleri de kullananlar iyi kullanıyor.
Hak ve hakikati araştırmak da her zaman kolay olmuyor. Meşakkatli bir iş. İlk
etapta insan farklı bir şey olabileceğini düşünemeyebiliyor. Mesela
Şiiler her zamanki görüşleri olan, Hz Ömer’in, Hz Ali ve Hz Fatıma’ya karşı
tutum ve davranışlarını dile getirdikten sonra, Ehli sünnet yazarlarından İbni
Kuteybe’nin el-İmame ve’s-Siyase kitabında da bu görüşler mevcut olduğunu
söyleyerek adı geçen kitabı, ehlisünnet dünyasına Hz Ömer aleyhine delil olarak
kullanırlar. Oysa İbni Kuteybiye’nin 60 dan fazla eseri bulunmaktadır. Bütün
bunları incelendiğinde Onun adı ile zikredilen kitapdaki görüşlerini teyit eden
bir anlayış ve görüş içinde olmadığını görürsünüz. El-İmame ve’s-Siyase Hz.
Peygamberimizin vefatından sonra özellikle hilafet çevresinde cereyan eden hadiseler,
sözler ve karşılıklı konuşmalar ile Hz. Ali-Muaviye mücadelesi ve daha
sonrasında gelişen olaylar, Emevi halifeleri dönemindeki fetihler ve özellikle
de Endülüs fetihleri üzerinde durulmaktadır. Eserin ibn Kuteybe’ye aidiyeti
konusunda şüphelerin yanında eserde zikredilen rivayetlerin sıhhati konusundaki
endişeler nedeniyle kaynak olarak kullanılmasının doğru olmayacağı ve o
rivayetlere bağlı olarak yapılacak yorumların doğruyu yansıtmayacağı ifade
edilmektedir.[1]
Söz konusu
kitabın İbn Kuteybe’ye ait olmadığını ilk iddia eden İspanyol müsteşrik Pascual
Gayangos olmuştur. Ondan sonra Reinhart Dozy bu iddiaları savunmuş,
Michael Jan de Goeje ise bu düşüceleri desteklemiştir. Daha sonra Brockelmann,
İslam Ansiklopedisinde yazdığı “İbn Kuteybe” maddesinde konuya işaret etmiştir.[2] Gayangos’un bu konuda ileri
sürdüğü delerli şu şekilde sıralamak mümkündür.
1-İbni
Kuteybe’nin hayatı ve eserleri hakkında bilgi veren hiçbir eser Onun böyle bir
eserinden bahsetmemektedir.
2- Bu
eserin müellifi Dımeşk’te mukimdir. Ancak İbn Kuteybe, Dinever dışında Bağdat
tan dışarı çıkmamıştır.
3-Eserde
ibn Ebi Leyla’dan nakiller vardır, hâlbuki bu şahıs inb Kutebe’ doğmadan 65 yıl
önce (H.148)Kufe’de kadılık yapmıştır.
4- Müellif
Endülüs Fethine şahit olan bir kadından nakiller yapmaktadır. Hâlbuki bu fetih
ibn Kuteybe’nin doğumundan 120 yıl önce gerçekleşmiştir.
5- Yine
müellif Musa b. Nusayr’ın Merakeş’i fethinden bahsetmektedir. Hâlbuki bu şehir
Murabitün Sultanı Yusuf b. Tafşin tarafından H.455’de tesis edilmiştir. İbn
Kuteybe ise H.276 yılında vefat etmiştir.[3] Geniş bilgi için said Salih,33
vd; Şakir Mustafa 1/241,242’ye bakınız.
Sonuç
itibariyle söz konusu kitabın İbn Kuteybe’ye sonradan nispet edilen eser olarak
görülmektedir.
Bu kadar
din ve mezhep çatışmalarını yaşandığı tarihte, kendi inancına delil yaratma
adına bu tür karınlık oyunların oynanmadığını düşünmek fazla saflık olmaz mı?
Hele ki din için yalanı mubah olarak gören bir anlayış için!..
NEDEN İBN KUTEYBE?
Malum şu soru sorulacak, birçok sünni
yazarların içinde ‘‘Neden İbn Kuteybe?’’ye atfedilmesi, burada hayali yazar
kendi yazısı için İbn Kuteybe’yi seçmesinin iyi bir sebebi olsa gerek.
It is inevitable that the question
will be asked, “Why Ibn Qutaybah?” With any number of Sunni authors to ascribe
this book to, the ghost writer must have had good reason for his selection of
Ibn Qutaybah as the author his work.
Cevap, ben İbn Kuteybe’nin ortalamasının
bu arzu edilen role en çok uygun olanı olduğu kanaatindeyim. Ne Buhari gibi
evrensel bir şekilde meşhur olmuş bir muhaddis, ne de İbn Cerir at-Taberi gibi
meşhur bir tarihçi değil, buna rağmen İbn Habib’(den aşırıldığı) gibi de tamamı
ile sıradan birisi de değil.
Kitabı, hayatları ve çalışmaları geniş
ölçüde bilinen meşhur bir kişiye atfetmek, kolayca yakalanma dezavantajını
taşır. Ancak hiç tanınmayan bir yazara da yatırım yapmak kabul edilebilirlik
şansını tahrip eder. En ideal çözüm, yeterli güvenilirliği sağlayacak kadar
meşhur, ancak sahtekârlığın da kolayca tespit edilmesinde kaçınmak için de
yeterince gözlerden uzak olan orta halli bir kişiliğe bu çalışmayı yüklemektir.
Ve bu rol için seçilen kişi İbn
Kuteybe’dir.
El-İmame ves-Siyase’nin İBN KUTEYBE’ye ATFEDİLMESİ HAKKINDA
El-İmame ves-Siyase’nin
İBN KUTEYBE’ye
ATFEDİLMESİ HAKKINDA
El-İmame ves-Siyase adlı kitap çok yaygın olarak, özellikle
bu kitaptan Hz. ‘Ali’nin, Hz. Ebu Bekr’e biat etmesi için evinden zorla
sürüklenerek getirilmesi iddiasını ispatlamak için alıntı yapan Şii
polemikçikler tarafından Ebu Muhammed ‘Abdullah ibn Müslim ibn Kuteybe
ed-Dineveri’ye (213h―276h) atfedilir.
Ancak, kitabın İbn Kuteybe’ye atfedilmesi şüphesi, en erken
olarak 1322h den beri vardır.
Bu şüpheler, gerek müslüman alimler gerek oryantalistler
olsun her iki taraftan da paylaşıldı ve diğerlerinin arasına kaydedildi;
Muhammed Muhy ed-Din ‘Abd el-Hamid, İbn Kuteybe’nin Adab el-Katib (s. 9)
mukaddimesinde, Hayr ed-Din ez-Zerikli in el-A‘lam (cilt 4, sayfa 137) ve Carl
Brockelmann’in Geschichte
der Arabischen Litteratur (c. 2 s. 230 Arapça tercümesi).
Bu makale, kitabın İbn Kuteybe
tarafından yazıldığı iftirasının atılması için bazı nedenlerini ortaya koyar.
―o―o―o―
Bu atıf hakkında sayılı tartışma zeminleri vardır.
Birazdan bunlardan döt tanesi ele alınacaktır.
Sırasıyla:
Biyografi yazarları tarafından verilen İbn
Kuteybe’nin eserleri listesi
1.
Kitabın yazarı tarafından
isimlendirilen Şuyuh(Şeyhler)
2.
Diğer çalışmaların intihali
3.
İbn Kuteybe’nin nasbı (nasb
kelimesinin ıstılahtaki manası: Hz. ‘Ali karşıtı olma)
1. İBN KUTEYBE’NİN ESERLERİ LİSTESİ
Bir yazara
atfedilen herhangi bir eseri doğrulama yöntemlerinin en basiti, asıl olan bu
eserin başlığı, yazara biyografi yazarları tarafından atfedilir. İbn Kuteybe
meselesinde, biz çeşitli asırlara yayılan biyografik bilgi kaynaklarına
ulaşıyoruz.
İbn en-Nedim’den (vefatı 385h) Fihristi ile
başlayıp,
İbn Hallikan’ın (vefatı 681h) Vefeyat el-A‘yanı, Az-Zehebi’nin (vefatı 748h) Siyer A‘lam en-Nubela, İbn
Hacer’in (vefatı 852h) Lisan el-Mizan, İbn el-‘İmad’ın (vefatı 1032h) Şezarat ez-Zeheb,
Hacı Halife (vefatı 1067h) Keşf ez-Zunun, İsma‘il Paşa el-Bağdadi (vefatı 1337h)
hediyyetü’l
‘arifine kadar inceleyelim.
Kendilerinin konuyla ilgili listeleri aşağıda
verilmiştir:
İbn en-Nedim
İbn en-Nedim’in Fihristinde (s.85-86) listelenen İbn
Kuteybe’nin eserleri şaşırtıcı bir şekilde 46 ya kadar ulaşır. Bunlardan ikisi,
herbiri kendi içinde on kitap ihtiva eder. Ancak, el-İmame ves-Siyase bu
listede görünmüyor.
El-İmame
ves-Siyase başlıklı kitabın kapsamlı bir
listede bulunmaması çok dikkat çekici olarak görülmesi gerekir. İbn en-Nedim’in
kendisi şii olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu veri, üzerine dikkat
çekilmeye daha layıktır. (Bkz, örneğin, Ayetullah Şihab ed-Din el-Mar‘aşi
en-Necefi’nin Keşf
ez-Zununa önsözü)
İbn Hallikan
İbn Hallikan, Vefeyat el-A‘yan (c. 2 s. 20) da, İbn
Kuteybe’nin 14 eserinin listesini veriyor ve yine el-İmame ves-Siyase bariz bir
şekilde burada da yok.
Ez-Zehebi
Ez-Zehebi’nin Siyer ‘A‘lam en-Nubela (c. 13 s. 299)
adlı kitabında İbn Kuteybe’nin 28 eseri listelenmiştir. El-İmame ves-Siyase bu
listede de yer almıyor.
İbn Hacer
Lisan
el-Mizan’da (c. 4 s. 159, Beirut/c. 2 s. 114,
Hyderabad) İbn Hacer, İbn Kuteybe’nin 7 adet kısa bir listesini veriyor. Burada
da el-İmame
ves-Siyase zikredilmemiş.
İbn el-‘İmad
İbn el-‘İmad’ın Şezarat ez-Zehebdeki (c. 3 s. 318)
listeside el-İmame
ves-Siyase başlıklı bir eseri içermiyor.
Hacı Halife
Hacı Halife, Keşf ez-Zunun da
20 değişik yerde İbn Kuteybe tarafından yapılan çalışmaları listelemiş. Bu 20
değişik yerden hiçbirinde el-İmame ves-Siyase’ye rastlamak mümkün değil.
İsma‘il el-Bağdadi
İsma‘il Paşa el-Bağdadi de İbn Kuteybe tarafından yazılan
el-İmame
ves-Siyase adlı bir esere referans vermeyi başaramıyor.
Adı geçen kitabın, İbn Kuteybe hakkında farklı
biyografi yazarları tarafından verilen listelerde tamamı ile yer almayışından
dolayı, eserin gerçekten İbn Kuteybe tarafından yazıldığı iddiası büyük bir
darbe olarak görülmesi gerekir. Bu iddia bir de gelecek faktörlerle
birleştiğinde, bu iddiayı reddetmeye zorlayıcı bir tartışma şeklini alır.
2. YAZARIN ŞEYHLERİ
Kitabın ilk
bölümünde – Ebu Bekr ve Ömer’in faziletlerini ele alan paragraflar, Hz.Ebu
Bekr’e bey‘ata yönlendiren ve bunun hemen ardında maydana gelen olaylar –
kitabın yazarı başlıca kendi haber kaynaklardan alıntı yaparak, birçok
ricalleri kişisel etkileşim olduğu için rivayet terimleri kıymeti gereğince
kullanarak birçok senedler üretiyor.
Bu ricaller:
1. İbn Ebi Meryem
2. İbn ‘Ufeyr
3. Yahya ibn ‘Abd el-Hamid
4. İbn Ebi Şeybe
5. El-Velid ibn Müslim
İbn Ebi Meryem, Sa‘id ibn al-Hakam ibn Ebi Meryem olarak
bilinir. Mısır’da yaşadı. (Vefatı 224h). El-İmame ves-Siyase’nin yazarı “haddesena İbn Ebi
Meryem”. (s. 1, 2, 27) terimini kullanaraktan alıntı yapıyor. Hadis
terminolojisinde (ıstılahında) haddesena terimi iki kişi arasında birebir görüşmeleri
olduğunu ifade eder. Öyle ki yazarın kendisi haberi bizzat kaynaktan işitmiş
olduğunu belirtir.
İbn ‘Ufeyr, Sa‘id ibn Kesir ibn ‘Ufeyr’dir. Bu
ravide Mısırlıdır. (Vefatı 226h İbn Ebi Meryem’den iki yıl sonra ). Yazar aynı
şekilde ondan da haddesena. (s. 2, 4, 27) terimini kullanarak alıntı
yapıyor.
Yahya ibn ‘Abd el-Hamid el-Himmani adlı ravi Küfe’lidir.
İbn ‘Ufeyr’den 2 yıl sonra 228h vefat etmiştir. El-İmame ves-Siyase’nin yazarı
ondan haddesena
terimini kullanarak alıntı yapıyor (s. 1).
Yine ibn Ebi Şeybe’yi aynı haddesena
terimini kullanarak direk kaynağında isimlendiriyor (s. 2). Bu isim 235(h)’de
vefat eden Küfe’li ravi Ebu Bekr İbn Ebi Şeybe için kullanılabileceği gibi 4
yıl sonra 239(h)’de vefat eden kardeşi Osman için de kullanılabilir.
El-Velid bin Müslim de el-İmame ves-Siyase’nin yazarı
tarafından haddesena
terimi kullanılarak alıntı yapılıyor (s. 2). Bu Dimaşka(Şam)’lı ravi 195h de
vefat etmiş.
Kitabın yazarının olduğu gibi kendi kaynakları tarafından
isimlendirilen şahıslar, kitabında geçen rivayetlerin bizzat kendisi tarafından
işitilmiş olarak zikredilmesi, İbn Kuteybe’nin kitabın yazarı olması iddiasını
aşağıdaki gerekçelerle reddetmek zorunda bırakıyor:
İbn Kuteybe 213h’ de doğdu. Yahya ibn ‘Abd el-Hamid
228h’de vefat ettğinde İbn Kuteybe 15 yaşındaydı. İbn ‘Ufeyr 226h’de vefat
ettiğinde ise İbn Kuteybe 13 yaşındaydı. İbn Ebi Meryem 224h’de vefat ettiğinde
ise 11 yaşında bir çocuk idi. Şayet bütün bunlar halen şüpheleri gidermiyorsa;
El-Velid bin Müslim’in İbn Kuteybe doğmadan tam 8 yıl önce vefat etmesi el-İmame ves-Siyase’nin
yazarının İbn Kuteybe olması ihtimalini tamamıyla ortadan
kaldırıyor.
İbn Kuteybe’nin muasırları, birkaç hocalarının isimlerini
belirttiler. Bu listedeki detaylarla kitabın asıl yazarı hocalarının detayları
karşılaştırıldığında İbn Kuteybe’nin bu kitabı yazması iddiasını reddetmek için
daha fazla ağırlık eklenir.
Biyografi yazarlarının itibar ettikleri İbn Kuteybe’nin
rivayetteki hocaları
1. İshak ibn Rahaveyh (vefatı 238AH)
2. Muhammed ibn Ziyad ibn ‘Ubeydillah ez-Ziyadi (vefatı
takriben 250AH)
3. Ebu Hatim es-Sicistani (vefatı 255AH)
4. Ziyad ibn Yahya el-Hassani (vefatı 254AH)
Bu zatların vefatları yaklaşık 3. Asırın ortalarında
gerçekleşmiştir. İbn Kuteybe, bu kuşak insanlarından tarihsel olarak rivayet
etmiştir. El-İmame
ves-Siyase’nin yazarı olarak sunulan efsanevi İbn Kuteybe daha
önceki kuşağın gözbebeği idi. Bunlardan bazıları ikinci yüzyıl bitmeden vefat
etti – İbn Kuteybe doğmadan – diğerleri de 3. asrın ikinci onyılında.
3. İNTİHAL [1]
El-İmame ves-Siyase’nin diğer
metinlerle karşılaştırılması ilginç bir sonuç üretti. Carl Brockelmann
oryentalist Dozy ve Noldeke’den alıntı yaparak; el-İmame ves-Siyase’nin bazı
bölümleri İbn Habib’in (vefatı 239H) bir tarih çalışmasından aşırıldığını
bildiriyor. (Tarih
el-Adab el-‘Arabi ― Arabic translation of Geschichte der
Arabischen Litteratur ― cilt. 2 s. 230).
El-İmame ves-Siyase Ebu Bekir
döneminden Harun er-Reşid’in (195H) vefatına kadar halifelerin sistematik
tarihi olarak sunulmuştur. Burada metnin doğası hakkında esrarengiz bir şey
vardır. Başlangıçta Ebu Bekir ve ‘Ömer’in faziletine dair olan hadisleri
sonrada Peygamber Efendimizin sallallahu ‘aleyhi vesellem vefatından hemen sonra yer alan
olayları sunuyor. Esrarengiz olan kısmı ise bu noktaya kadar malzeme titizlik
ile isnadlı olarak sunulmaktadır. Ancak çok geçmeden şekil değişir, şimdiye
kadar full senedlerle verilen hadisler sayfa 27’den sonra giriş niteliğinde
olan “Zekeru…”
(“Zikrettiler…”) şeklinde kitabın sonuna kadar bu şekilde devam
eder.
Burada halifeler tarihi adında İbn Kuteybe’ye
atfedilebilir bir kitabı sunmaya ihtiyaç duyan bir yazarla (yada bir hayalet
yazar) karşılaşıyoruz. Bu sebeptan dolayı, İbn Kuteybe’nin hocaları ve kaynak
olabilecek çok sayıda olası kişileri seçti. Seçilen kişiler, İbn Kuteybe’nin
hocaları olmaları için biraz fazla erken olduğundan yazarın hesaplamada hata
yaptığı ortaya çıkıyor. İstenilen malzeme ile birkaç sayfa doldurduktan sonra –
Fatıma’nın evine sözde saldırı ve ‘Ali’nin bey’ata zorlanması – kitabı öyle bir
malzeme ile doldurması gerekli ki sistematik halifeler tarihi güvenilirliğini
versin. Aslında kitabın geri kalanı için orijinal malzeme yazmak oldukça zorlu
bir görev olurdu; bu çalışma üzerinde itinalı bir bakıma girişmek bir sahtekar
için belkide oldukça zahmetli bir iş olsa gerek. Bundan dolayı daha az bilinen
çalışmaları ve belirsiz şahsiyetleri aşırma ile daha rahat bir yönteme
başvurdu.
Bu oyun, ancak sistematik ve titiz ilmi bir araştırma bu
aldatmacayı, dünyanın gözlerinin önüne bütün çıplaklığıyla serene kadar
sürebildi.
İbn Kuteybe’nin sözde yazarlığına daha fazla şüphe
düşüren de biyografistlerin onu Nasibi yada Ehl el-Beyt karşıtı biri
olarak tanıtmalarıdır. Örnek olarak, İbn Hacer onun hakkında şöyle yazar: ‘‘İbn
Kuteybe’de Ehl el-Beyt karşıtı olma eğilimi vardı (Lisan el-Mizan cilt. 4 s.
160). El-Yafi‘i Mir’at
ez-Zamani (cilt. 2 s. 191) adlı kitabında İmam ed-Darekutni’den
alıntı yaparak bu duyguyu şu şekilde yankılandırıyor: ‘‘İbn Kuteybe asıla doğru
eğilimi yoktu’’.
Şayet İbn Kuteybe’nin eğilimi bu şekildeyse, onun böyle
Ehl el-Beyt’i destekleyen ve Sahabelere karşı olarak algılanan bir malzemeyi
belgelemesi inanılmaz görünüyor. Bilakis, bir Nasibi’den beklenilen, Şii’lerin
açısından desteklenen her türlü malzemeyi dahil etmekten en çok onun
kaçınmasıdır. Bu sahte İbn Kuteybe, itina ile böyle bir malzemeyi belgeliyor,
kişi şu sonuca varmaktan kendini tutamıyor: Kitabın hayalet yazarı hesabı
yanlış yaptı.
“Nasibi” terimi: Sıradan halk kitlelerine Ehli
Beyte, Hz. Resulullahın (sav) torunlarına düşmanlık besleyenleri tanımladığı
NEDEN İBN KUTEYBE?
Malum şu soru sorulacak, birçok sünni yazarların içinde
‘‘Neden İbn Kuteybe?’’ye atfedilmesi, burada hayali yazar kendi yazısı için İbn
Kuteybe’yi seçmesinin iyi bir sebebi olsa gerek.
It is inevitable that the question will be asked, “Why
Ibn Qutaybah?” With any number of Sunni authors to ascribe this book to, the
ghost writer must have had good reason for his selection of Ibn Qutaybah as the
author his work.
Cevap, ben İbn Kuteybe’nin ortalamasının bu arzu edilen
role en çok uygun olanı olduğu kanaatindeyim. Ne Buhari gibi evrensel bir
şekilde meşhur olmuş bir muhaddis, ne de İbn Cerir at-Taberi gibi meşhur bir
tarihçi değil, buna rağmen İbn Habib’(den aşırıldığı) gibi de tamamı ile
sıradan birisi de değil.
Kitabı, hayatları ve çalışmaları geniş ölçüde bilinen
meşhur bir kişiye atfetmek, kolayca yakalanma dezavantajını taşır. Ancak hiç
tanınmayan bir yazara da yatırım yapmak kabul edilebilirlik şansını tahrip
eder. En ideal çözüm, yeterli güvenilirliği sağlayacak kadar meşhur, ancak
sahtekarlığın da kolayca tespit edilmesinde kaçınmak için de yeterince
gözlerden uzak olan orta halli bir kişiliğe bu çalışmayı yüklemekdir.
Ve bu rol için seçilen kişi İbn Kuteybe’dir.
Yazan: Mevlana Muhammad Taha Karaan
Çeviri (İngilizceden): Murat Yasin
[1]
İntihal: Herhangi bir edebi eseri kendininmiş gibi yayınlama, aşırma.
[2]
Nasb: Istılahta, Hz.Ali (r.a) ve Ehl el-Beyt karşıtı olmak manasında
kullanılır, bu zikredilen eğilimde olana da Nasibi terimi kullanılır.
17 Kasım 2011 Perşembe
HANGİ ŞİA?
1989 yılından
beri Mezhepler Tarihini çeşitli kaynaklardan araştırmaktayım. Tarihe
olan ilgim de 80 yıllarda Humeyni'nin İslam Devrimini gerçekleştirmesiyle
başladı. Derin bir saygı ve sempati ile baktığım bu sürece bakışım zaman
geçtikçe, bu sürecin Türkiye’deki uzantılarını takip ettikçe yerini büyük bir
kaygıya bıraktı. Çünkü gördüğüm kadarıyla bu sürecin yönetimi ve
uzantılarındaki hedef islamın
muzafferiyetinden ziyade mezhepçiliğin
ön planda tutulduğu kanaati oluştu bende.
Yanılma payımı yok etmek ya da en aza indirmek amacıyla geçmiş ve günümüz
şii âlimlerinin eserlerine, hadis,
tefsir ve tarih kitaplarına merakım arttı. Burada gördüğüm kadarıyla Şiilerin Kuran’a
bakışı öncelikli olarak kendi doğrularına delil bulma noktasında
yoğunlaştıkları en dikkate değer bir olgudur. Yine bu paralel de uydurulan
binlerce hadis gözden kaçmamaktadır. Yani bu üç alan (Tevsir-Hadis_Tarih) Şia
inancında boşluk bırakmamak ve bir birini tamamlamak üzere ilmek ilmek örüldüğünü
görüyorsunuz. Kurgulanmış tarihlerine
delil bulmak için KURAN’ tevil ettiklerini
hadis uydurduklarını bir başka boyutuyla uydurulan hadislerle, inançları doğrultusunda
Kuranı yorumlayıp tarih kurguladıkları görmemek hiç mümkün değil. Ne olursa olsun kutsal değerleri amacı dışına
taşıyarak inançları lehine bir görüş çıkarma gayretleri çok aşırıdır. Bu
kurgulamalar bir birinden farklı düşünen Şiiler tarafından farklı ortamlarda
yapılması sonucunda bir birinden çok farklı şii inanç akideleri meydana getirmiştir
.. İmametin farz olduğuna inanan çoğu
gruplar imamın kim olacağı konusunda anlaşamadıklarından bir birlerine
düşmüşler, hatta bir birini tekfir eder hale gelmişlerdir. Herkes kendi
imamının hakiki imam olduğu konusunda da bir sürü arguman üretmiş
görünmektedir. Aynı isim altındaki bu mezhepler farklı inanç akideleri
geliştirdiklerinden dolayı bunların bir kısmını diğerleri gullat olarak
adlandırmaktadırlar. Ancak her inanç
kendini doğru diğerlerini batıl kabul edip kendi doğrularını bütün imkânlarıyla
yaymaya çalışmaktalar. İşte islamı bilmeyen Müslümanların önündeki derin
tehlike!
Türkçe
faaliyet gösteren Şiilerin yönetimindeki
sitelere bu konulardaki araştırma metinleri ile
diyaloga girmek istedim. İyi karşılanmayacağımı biliyordum ancak çok büyük hakaretlerle muhatap olacağımı da
hiç düşünmemiştim. Ne seleficiliğim, ne Vehbiliğim, ne de kâfirliğim kaldı!.
Oysa
benim amacım başkalarının inançlarına saldırmak değil. Bel altı yapmadan doğruları saptırmadan,
delil diye ortaya konulan şeylerin bütün yönleriyle ele alınarak doğruları
tespit etmek kimin yanlış ya da eksikleri varsa bunu bir şekilde tamamlayarak
vahdete bir adım yaklaşmak. Ancak bu vahdetin nerede gerçekleşmesi
gerektiği konusunda adres de vermiyorum. Çünkü taassubun gözleri o kadar kör
ki, karşısındakinin söylediği yüz de yüz doğru olsa bile doğrunun geldiği yer
kendisi gibi değilse redde biliyor. Bütün bunlara bakıldığında bir adreste
buluşmak pek mümkün görünmese bile en azından ifrat ve tefritten uzak kalınarak
daha makul olmak,tekfir etmemek o kadar zor mu?
Mezhepsizliği
savunanların islamı uygulamalarının
nasıl yapılacağı konusunda her konuda söylemlerinin olduğunu görüyorsunuz.
Dolayısıyla bu söylemleriyle kendileri bir mezhep koymuş oluyorlar. Aslında
inananları bir kere daha bölmeye çalışıyorlar.
Daha fazla bölünmeden İslam’dan uzaklaşmayan bir mezhebe dâhil olmak en
iyisi. Ancak, mezhepçilik son derece
tehlikeli!. Çünkü mezhepçilik yapan birisi islamın aslından olmayan bir konuda bile
farklı yorumu kendi tarifine uymadığı için insanları küfürle itham edebiliyor. İslam acısından farklı inanç sahiplerini
tekfir etmenin ne kadar tehlikeli olduğunu İmamı Azam çok acık ve net ifade
etmiştir.
Bütün bunları kısa
örnekleriyle ifade ederek okuyucularla
paylaşmak istedim. Hazırladığım kitabı bir yayınevi aracılığı ile
basmayı düşündüysem de imkânlarım elvermedi. Çeşitli Bloklarda bunları
yayınlamaya başladım.
Bu
konuları irdeleyen çalışmaları arama motoruna “ Şiacılar” diye yazıldığında bir biri ardına gelen farklı
sitelerde bu konunun açılımını göreceksiniz.
Beğenirsiniz beğenmesiniz. Belki eksikler var katkı sağlarsınız. Tenkit
edersiniz. Demem o ki tartışmanın da
tenkidinde belli bir üslubu olmalı. Küfür tekfir ve belden aşağı vurmak
bilmiyorum sahibine ne kazandırır. Eksik bulduğunuz ya da beğenmediğiniz
bölümleri yorumlayın buyurun tartışalım. Ya da diğer okurlarla tartışın. Buna
imkan var. Önemli olan insanların bir birlerini kırmadan dökmeden saygılı bir
ortamda görüşlerini söylemeleri.
Esas vurgu yaptığım
konu Vahdet konusudur.
Ayrışmaya mı
bütünleşmeye mi ağırlık verdiğine siz karar verin.
http://ehlbytsevgs.blogspot.com/2011/05/inancimizla-ilgili-bir-seyler-yapmamiz.html
http://ehlbytsevgs.blogspot.com/2011/05/inancimizla-ilgili-bir-seyler-yapmamiz.html
İMAMETİN OLUŞTURULMASINDA SORUNLAR
İMAMETİN OLUŞTURULMASINDA KAN BAĞI
Rasulullah vefat edince yerine Hz Ebu Bekir,
HZ Ömer, Hz Osman ve Hz Ali Peygamberlerinin halifeleri oldular. Pekiyi, ilk
seçimde sürece Hz Ebu Bekir ve HZ Ömer’in müdahalesi olmasaydı, Hz Peygamberin
cenazesi başında bulunan HZ Ali’ye halifeliği bırakacaklarımıydı? Elbette ki
hayır!. Pekiyi Hz Ebu Bekir ya da Ömer Hz Ali nin halife yapılmasını orada
teklif etselerdi kabul görecek miydi? Yine de hayır. Çünkü ensarın halife
tayini konusunda bir araya geldiği mekanda ilk önce muhacirden kimse yoktu.
Onlar kendi aralarında bu hakkın kendilerine ait olduğunu idda ediyor ve konuyu
tartışıyorlardı. Daha sonraları Hz Ebu Bekir, Ömer muhacirlerden gelen
olduğunda da bu konu bir hayli tartışıldıktan sonra Hz Peygamberimizin “İmamlar
Kureyştendir” hadisinin hatırlatılması üzerine Hz Ebu Bekir’in halife olmasına
karar verilmiştir. Her ne kadar Ebu Bekir bunu istemese de bu halka onun
boynuna takılmıştır.[1] Orada planlanmış bir şey yoktu ki. Şartlar
çok kötü gelişmekteyken onlar mevcut çözümü buldular. Orada Hz. Ali olsaydı sonuç
değişirimiydi? Onu Allah bilir. Çünkü
bulunulan ortamda kimse kimin layık olacağı hususunu düşünmüyordu! Öncelikli
konu bu hakkın ensarın mı , muhacirin mi? Sorusunun cevabındaydı. Eğer Hz
Ali’nin ilk halife olmasıyla ile ilgili
Hz Peygamberimizden her hangi bir işaret olsaydı oradaki insanlar bunun
hatırlatılması üzerine ona boyun eğeceklerdi. Kabul edip başlarının üstüne
koyacaklardı. Her neyse. Sonuç bu. Bence süreç daha mantıklı düşünülmeli!
Ama
hem sahabenin, hem de sahabeden biri olan Hz Ali nin, durumu kabul etmesine
rağmen, bu halifeler, ne acı ki, daha
sonraları Ali adına reddedilmiştir. Bununla da kalınmayıp, bütün bir tarihi,
hadis külliyatını, ve tefsirleri bir ideolojiye dönüştürülen anlayışa göre
dizayn edilmiştir. Nasıl mı?
Şia
gruplarından bazıları Masum İmam’ın hangi ırkiyattan geleceğini tespit edip
ilan ettiklerinde umduklarını bulamamışlardır. Söz konusu imamları kendi yanlarında göremeyince,
süreçleri masum imamlar adına tamamen kendileri yönetmeye başlamış bunun, daha
kolay olduğunu görünce imamların fikirlerine bir daha itibar bile
etmemişlerdir. Onlar adına hem inanç akideleri oluşturmuş, hem de mevcut iktidarlarla savaşa girmek istemeyen
ehlibeyt mensuplarını pasifize ederek onun adına iktidarı ele geçirmek için
siyasi mücadeleye girmişlerdir. Bu bilgiler bize kendini şia olarak adlandıran
kişilerin metinlerinden gelmektedir. Ha şu denilebilir ki şia olan birisi kendi
açıklarını neden versin? Bunun cevabını bulmak içinde kaynaklara bakıyoruz ki,
göründüğü kadarıyla bir hakiki şia var. Bunlar tarihi olayları olduğu gibi bize
yansıtan Hz Ali’yi ve ehlibeyti kan bağından ya da ırkiyat den dolayı değil de
onları kişisel özelliklerinden ve Hz Peygamberin yakınları olduğundan dolayı sevenler. Birde sonradan türeyen “Şiacılar” var ki
bunlar çıkarlarını korumak için insanların içini acıtan destanları ve tarih kurgulamışlar, bu yetmemiş hadis
uydurmuşlardır. Senoryalarını doğrulamayan reddeden Kuran’ın itibarını düşürmek için
de farklı şekillerde Kurana iftiralar
atmışlardır. [2] Söz konusu kaynaklara bakıldığında dudakları
ucuklatacak türde yalanlar iftiralar ve saptırmalar olduğu görülecektir.Bunlar
tutmayınca da ayetleri tevil ederek uydurma yorumların adını İmam sözleri
olarak yaymışlardır.
Bizim
konumuza esas olan grup hakiki şia değildir. Onlara hiçbir sözümüz yok. Onlar
hakiki iman ehlidir zaten.
Bunları bir birine karıştırarak hakikatlerin
önünü yüzlerce yıldan beri kapatan ve uydurma anlayışlardan çıkar sağlayan,
farkında olarak ya da olmayarak, İslam bölmeye çalışan, daha kendi içinde
birlikteliği sağlayamadan, bütün İslam alemine savaş açan zihniyetedir, bütün
inananların sözü…
Şiacılar Zayıf kaldıkları dönemlerde dışarıya
karşı kendilerini saklama ihtiyacı duyduklarında diğer insanlar gibi
görünmüşlerdir. Bunu hazmedemeyen kendi taraftarları bu ikiyüzlülüğe karşı
çıkanca bu durumu kurtarmak için dine, Takiyye’yi inancını vazgeçilmez bir
unsuru olarak ilave etmişlerdir.[3] İmam Sadık’a
nisbet edilen “takıyye benim ve atalarımın dinidir! Gibi Hadislerle kurumsallaştırdıktan sonra, kılıfına
uydurdukları yalanı her alanda her konumda kullanmışlardır.
Bu
süreci bütünüyle incelediğinizde bu yapılanmanın uzun vadede ve çok planlı bir
şekilde devam ettiğini görürüz.
Hz
Hasan’dan sonra imam olarak onun
çocuklarından biri değil de neden
Hz Hüseyin İmam olmuştur, Eğer imamlık kardeşten kardeşe geçiyorsa daha
sonraları bu süreç neden böyle yürümemiş hep babadan oğula geçmeye başlamış!.
Eğer bu secim liyakate göre seçiliyorsa neden Hz Hüseyin’in diğer hanımından
olan cesur ve atılgan oğlu Ömer değil de, kasınıye muharebesinde ölen İran Kralı
Yezdicet’in kızı şehrebanu ile
evliliğinden doğan yapısı itibariyle yumuşak Zeynel Abidin diye
bildiğimiz kişi imamlığa getirilmiştir.
Kaldı ki sürekli pasif konumda kalan Zeynel’. Eline kıyam
için birçok fırsat geçmesine rağmen Şiilerin amacına yönelik kılını
kıpırdatmamıştır. Medine halkı Yezit’e isyan ederek bağımsızlıklarını ilan
etmişlerdi.[4]
Bundan başka İbni Zübeyir, Mekke’de yeni bir devlet kurmuştu. Dikkate değer bir şey ise, Emeviler, Mervan
döneminde en zayıf anlarındayken aynı dönemde Irak’ta Muhtar Es-Sekafi
tarafından Küfe merkezli güçlü bir Şii devlet teşekkül etmişti.[5] Bütün bu fırsatlara karsın
en küçük bir risk almayan Zeynel, kerbela’dan sonra ölünceye dek Medine’den ve
de Emevilerin sözünden çıkmamıştır. Zeynel bu devlete gitmeye, hatta bu
devletten gönderilen paraları yemeye bile cesareti yoktu. [6] Denilmektedir.
Ancak, bu ifadeyi
Hz Zeynel için kullanmak bence yaralayıcı bir durumdur. Araştırmalarımın
bütünde gördüğüm Hz Zeynel, Önüne bir
çok fırsat geçmesine karşın ne şii
devletinin kuruluşunda onların yanında yer almış, ne de kendi başına da siyasi
bir eyleme geçmiştir. Siyasi Şiacılarla imamların bir alakasının olmadığını
buradan da anlamak mümkündür. Zeynel, kerbela’dan sonra ölünceye dek Medine’de
yönetimin baskı ve zulmünden fırsat
buldukça zamanını, fakirin fukaranın ihtiyaçlarını gidermeye ve ibadete
ayırmıştır.
Kapılarına
bilmedikleri biri tarafından ihtiyaçlarının konan fakirler, kapılarına
ihtiyaçlarının gelmediği gün, Zeynel’in ölüm haberini almalarından sonra
yardımı kimin getirdiklerini anlamışlardır. Böylesi takva ehli Allah’ın
evliyası Emevilerin zulmüne karşın bile Şiacıların yanında yer almamış ve
kendini imam ilan etmemiştir. Çünkü onun imamet anlayışı Şiacıların içini
doldurduğu bir anlayışta değildi.
Zeynel’in yönetimden gördüğü sıkıntılarına zerre kadar ilgi
göstermeyen Şiacılar, Onun adını kullanarak devlet kurmayı ve yönetmeyi ihmal
etmemişler, yönetimin başına da getirmeyi düşünmemişlerdir.
Eğer imamlık Zeynel’e bizzat ALLAH tarafından verilmiş
olsaydı Zeynel, bu fırsatları kullanır, Allahın emrine itaat eder, zulümle başa
baş dişe diş mücadele edebilirdi., Ancak Şiacılar tarafından Zeynel’in
rakipleri arasından seçilmesinin tek bir sebebi: Hz Muhammet’in değil, son İran
şahı Yezdücerd’in torunu olmasıdır. İşte İran kökenli Şiiler Zeynel Abidin ve
onun çocuklarını mazilerindeki kralın konumuna, koymuş, imamet yetkilerini
kralın yetkileriyle örtüştürmüşlerdir. Zerdüştlükte “kralın
kararları ve yasaları bizzat tanrının vah yetmesidir. Bundan dolayı memleketin
kanunlarının temeli tanrısal bir iradeye dayanıyordu. Bu kanuna karşı gelmek,
ilahi iradeye karşı gelmekti”.İmama karşı gelmekte aynen öyledir. İmamların masumiyeti düşüncesinin Fars
diyarında (İran) ortaya çıkışı ve bugüne değin halen varlığını sürdürmesi
tesadüfî değildir. İranın yanında Irak da, eski medeniyetlerin birleştiği bir
yer ve Irak'ta Fars ve Keldanî ilimleri ve bu milletlerin medeniyet kalıntıları
bulunuyordu. Ayrıca bu ilimlere Yunan felsefesi, Hint düşüncesi katılmıştı. Bu
medeniyet ve düşünceler Irak'ta birbirleriyle yoğruldular. Böylece Irak, îslâm
fırkalarının birçoğunun meydana geldiği bir yer olmuştur. İmamet ve
yetkilerinin ilhamı bu kültürden geçmedir. Bu ırki yakınlığın
dışında dışındaki her hangi bir ehlibeyt mensubu imam olamaz. Kabul da etmezler. Neticede bugün 12 imam adı ile tanımlanan
kişilerin hepsi bu ananın çocuklarıdır. Kendilerinin belirlediği diğer şia
gruplarından olan zeydileri ve ismailileri asla tanımazlar. Hz Hasan’ın
çocuklarından her hangi birinin imam olmaya da hakkı yoktur. Ne de bugün adları
bilinmektedir!
İşte imamet seçiminin nasıl yapıldığını konusunda
tarihe baktığınız zaman, Hz Hüseyin sonra tamamen bir ırkiyata yani Allah resulünün nübüvvet
mirasının kan bağı yolu ile geçtiği inancıyla oluşturulan imamet teorisinin hakikate dönüştürüldüğünü görüyorsunuz.
Ebu talib’in kurtarılma çabaları, Hz İbrahim’in esas babasına “babası değil amcasıdır. Çünkü o günlerde
amcaya baba denirdi” gibi Kuran metnini tevil etmeleri de bunun bir devamıdır.!
Netice
itibariyle Hz Hasan Muaviye ile savaşa girmeden halifeliği devretmesi, Hz
Hüseyin’in kıyam ederek şehit olması, Zeynel Abidin’in kıyama girişmeyip bütün
ömrünce dua ile geçirmesi (“dua ile kıyam “) İmam Cafer’in siyasete bulaşmayıp
ilimle uğraşması, gibi. Diğer imamların hayatlarında öne çıkan davranışlardan
ne varsa!.
Bu
davranışlarını kafalarına göre yapmadıklarını taraftarlarını ikna etmek için,
şu hadisin uydurulduğuna şahit oluyoruz.“
Kuleynî:
“Ebû Abdullah rivayet etmektedir; Vasiyet, yazılı bir metin olarak Muhammed’e
indi. Vasiyet ile ilgili bu yazılı metin dışında Muhammed’e gökten mühürlü
hiçbir metin indirilmemiştir. Cebrail dedi ki: “Bu Ehl-i Beyt’ine ümmet
hakkındaki vasiyetindir.. Muhammed’in ölümünden sonra Ali o mektuptan ilk mührü
açtı onunla amel etti. Sonra Hasan ikinci mührü açtı onunla amel etti. Onun
ölümünden sonra Hüseyin üçüncü mührü açtı, orada sunun yazılı olduğunu gördü;
savaş, öldür ve öldürül, insanları kendinle beraber saadet için götür. Sen
olmaksızın onlara saadet yoktur. Hüseyin ölünce mektubu Ali b. Hüseyin’e
verdi....” [7]Bu hadisten sonra hangi şia bu hususları
tartışabilir? İmamlar adına uydurulup da
altına imamlardan her hangi birinin adının konularak Kuleyni’ nin kitabında yer alan sayısız haberlere
kim itiraz edebilir!. Ancak, imametin ırkiyata dayanmasını Kuran reddeder.
Bunun örnekleri de var. İşte Hz Nuh’un oğlunu Allah Nuh’un sulbünden
saymamaktadır. HZ. Kuran kan bağını değil iman’ bağını öne çıkarır. Bu sefer bu nesil ne yapar. Hz.
Nuh’un karısına iftira ederler. “ O çocuk Nuh’un çocuğu değildir”. Diye
Kuran’la veya diğer sahih hadislerle çatışan
bu uydurma sözlerden bazıları vazgeçmek
zorunda kalırlar.
Sonuçta
işte “vasiyet”! Kim ne diyebilir? O zaman sorabilir misiniz, Hz Hasan’ın
çocuklarından birisi neden imam olmadı? Zeynel Abidin hayatı boyunca elinde
onca fırsat varken, neden kıyam etmedi? ya da kurulan şii devletinin başına
geçmedi?! Hz. Zeyd kıyama kalkıştı,
ashaba küfür etmediği için etrafındaki Şiacılar onu terk etti! Yalnız kaldı. En yakınları bile ona yardım etmedi
sonuçta şehit oldu, onu neden sevmiyorsunuz diye!?......
Bütün
bunları cevabı zaten hazır; Bütün
imamlar kendiyle ilgili vasiyeti açtı
baktı orada ne yazıyorsa onu yaşadı!
Acaba
şöyle bir soru sorabilir miyiz.
Bu
vasiyetten Hz Zeyd’in haberi var mıydı?
Galiba
yoktu. Olsaydı Zeynel Abidin’in imamlığını kabul ederdi. Eğer böyle bir vasiyet
var idiyse Muhammet Bakır bunu Hz. Zeyd’e gösterebilirdi! Ya da neden göstermedi? Muhammed Bakır’ın
oğlu Abdullah’ta imamlık davasında bulunmuştu. Böyle bir şeyin olacağını babası
bilmesine rağmen, oğluna bunun doğru bir şey olmayacağını imamlığın bir
vasiyetle geldiğini neden oğluna söylememiştir.
Görülüyor
ki bu vasiyet de sorunu çözmeye yetmemiş! O zaman ne yapmalı? Bu sefer Kuran’a
müracaat etmeli. Masum bir imam adıyla konuya uygun bir ayet bulup tevil
ettirilip sonuca gidilmesi en doğru yol. Hem bu yöntemle ehlibeyt konusuna da
netlik getirilmiş olur!.
İşte
Meşhur her derde çare bulan Kuleyni’ nin, El Kâfi’ si. Bu
sorunu da çözmüş görünüyor. [8]
“...
Abdurrahim b. Revh el-Kasir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Cafer’e (Muhammed
Bâkır): “Peygamber müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların
analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre birbirlerine daha
yakındırlar.” [9]ayeti kimin hakkında indi?” diye
sordum. Buyurdu ki: “Ayet velâyet ve imamet hakkında inmiştir. Bu ayet,
Hüseyin’den sonra, onun çocukları arasında uygulamaya konulmuştur. Dolayısıyla
biz, imamete ve Resulullah’a, Muhacir ve Ensar’dan oluşan diğer Müslümanlardan
daha yakanız.” Dedim ki: “Cafer’in çocuklarının bunda bir payları var mıdır?”
“Hayır.” dedi. “Abbas’ın çocuklarının bunda bir payları var mıdır?” diye
sordum. “Hayır.” dedi. “Abdulmuttalip oğullarının bütün boylarını saydım.”
hepsi için “Hayır.” diye cevap verdi. Bu arada Hasan’ın çocuklarını unuttum. Bir
daha yanına girdiğimde: “Hasan’ın çocuklarının bunda bir payı var mıdır?” diye sordum, “Hayır.” dedi. “ALLAH’a yemin ederim ki, ey
Abdurrahim! Bizim dışımızda hiçbir Muhammedi’nin bunda bir payı yoktur.”
Peygamberimizin eşleri ve kendi evinde barınan çocuklarını
kasteden ehlibeyt kavramından, önce, Hz. Muhammet’in eşleri, sonra duruma ve
koşullara göre tüm Haşimiler, tüm Ebu Talip soyu çıkartılmıştır. Daha sonra Hz.
Ali ve Fatma soyu iyice daraltılarak tek bir kanal yöneltilmiş, zaten haşa Hz.
Hasan’ın kabahatli biriydi! İmameti muaviye ye vermekle. Onun soyunu da fazla
uzatmadan bitirmek gerek!. En sonunda Hz Hüseyin’in soyu da, ancak İran Şahının
kızı vasıtasıyla gelen Zeynel Abidin’in nesli ehlibeyt zümresinin tek
temsilcisi olarak kalmıştır.
İşte din böyle kurgulanır. İşte Tarih böyle
şekillendirilir. Diğer İslam alemi bu konuda sınıfta kalmıştır!. Ne yapmıştır.
Ravilerden topladıkları hadislerin bir birini tamamlayıp tamamlamadıklarına hiç
bakmamışlar. Sağlam bulduklarını almışlar. Bunlar Şiilerin işlerine yarar ya da
yaramaz diye her hangi bir ayrım
akıllarının ucundan bile geçirmemiş. Doğruyu yalandan ayırmışlar ama
Şiacılar gibi iyi bir kurgulama yapamamışlar!
Sonuç. Şiacılar; siyaseti yürütürken de, din kuralları koyarken de, imamların
görüşlerine hiç itibar etmemişlerdir. İşlerine nasıl geldiyse mevcut ortamda
durum nasıl kurtarılabiliniyorsa öyle davranmışlar. Dini yaşam içinde çok
güçlü gösterdikleri “imamet”, onlar için
sadece kukla olarak kullanılmıştır.
[1] Prof Dr. Muhammed
Hamidullah “İslam Peygamberi 2.cilt
[2]( Kuleyni,
Kafi, c. 1, s. 339341, Kuleyni, elKafi, c.8 sç125, ElKummi elHısal, s. 83)
Muhsin elKaşi, EsSafi 6. Mukaddime s, etTabersi,
elİhticac, s.70, Kuleyni, elKafi, c.2 s.633, EtTabersi,
elİhticac, s. 223.) vb.
[3] (Tefsîru’l- Hasen Askerî 162, Usûlu’l-Kâfî 2/219, Kafi c:2 s. 217–219–222)
[4] (Tarihi, Taberî,
c. 7, s. 3 -13; İbn-i Esir, el kâmil, c. 4, s. 40 -41 ve İbn-i Kesir, el
bidaye, c. 8, s. 216; İbni, Abdirabbih, Ikdu'l-Ferid, c. 4, s. 388)
[5] Taberi, Tarih c.
7, s. 100-110; Dineveri, Kitabülahbar s. 290-295; İbni Esir, El-kâmil c. 4, s.
112-116).
[6] (İbn-i Sa'd-Tabakat
c. 5, s. 213 )
[7] Kuleynî, Usulu Kafi, I-IV, (Farsça’ya trc.
Seyid Cevat Mustafa), Tahran? II, 28-29
[8] El Kafi, 753 nolu
hadis
[9] (Ahzab 6)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)